103 Takaüt Kimin M(P)aşası?
Üzerinde yaşamış olduğumuz topraklar, dünyada jeostratejik açıdan en önemli coğrafyalardan bir tanesi. Üç tarafının denizlerle çevrili olması, iki adet doğal boğaza sahip olması, üç ana kıtanın birleşme noktasında bulunması, Asya'dan Avrupa'ya uzanan tarihi ticaret yollarının kesişim noktasında bulunması gibi hususlardan dolayı, bütün dünyanın gözünü diktiği ve sahip olabilmek adına emel beslemiş olduğu bir yeryüzü cenneti. Böyle olunca bu coğrafya üzerinde tarihi emelleri olan, başta Siyonisler olmak üzere tüm Kapitalist Sömürgeci Güçler, aynı zamanda: "bu coğrafyanın bir ordular ve devletler mezarlığı" olduğunu da gayet iyi biliyorlar. Bundan dolayı kendi ellerini ateşe sokmak yerine içimizdeki paşa görünümlü maşalarını kullanmakta bir beis görmüyorlar.
4 Nisan gece yarısına yakın saatlerde 103 takaüt, kendilerince bir bildiri yayınlamışlar. Bildiriyi okuduğunuz zaman ne kadar cahilce ve eblehçe bir bildiri olduğu hemen göze çarpıyor. Bu kadar cahil insanın yıllarca bu şerefli üniformayı işgal edip, sonra da hâlâ bu devletten maaş alıyor olması üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. "Yüce Türk Milletine," diye başlayan bildiride, "Son zamanlarda gerek Kanal İstanbul, gerekse Uluslararası anlaşmaların iptali yetkisi kapsamında Montrö Sözleşmesi'nin tartışmaya açılması endişe ile karşılanmaktadır" deniliyor.
Kanal İstanbul'un önemini, bütün siyasi saiklerden uzak olarak düşündüğümüz zaman bile, belki de en önemli ortaya koyan olay, geçtiğimiz hafta Evergreen şirketine ait kargo gemisinin Süveyş Kanalı'nı tıkaması ortaya çıkardı. Süveyş Kanalındaki deniz trafiğinin 6 gün boyunca durmasının, Mısır ekonomisine en az bir milyar dolar zararı olduğu ve dünya ticaretinin de günlük 9.6 milyar dolar gibi bir zarara uğradığı ifade ediliyor. Mısır'ın 6 günde bir milyar dolardan fazla zararı göz önüne alınırken, Türkiye'nin her iki boğazından da her türlü savaş ve ticaret gemisinin elini kolunu sallayarak geçmesinde, Türkiye'nin yüz yıllık zararı hep gözardı ediliyor. Cümledeki: "Uluslararası anlaşmaların iptali yetkisi kapsamında, Montrö Sözleşmesi'nin tartışmaya açılması endişe ile karşılanmaktadır." deniliyor ki; Montrö Sözleşmesi, boğazları Türkiye'nin egemenliğinden çıkarıp, uluslararası her türlü gemi geçişine açık bir hale getirmiştir. Türkiye kendi aleyhine kullanılma ihtimali olan savaş gemilerinin geçişini bile, mesela Rus savaş gemilerinin Doğu Akdeniz'e inmesini bile Montrö Sözleşmesi gereği engelleyememektedir.
İkinci paragrafta: "Türk Boğazları, dünyanın en önemli su yollarından biri olup," ifadesi var. Bildiride ki en akıllı, mantıklı ve doğru cümle galiba bu. Ancak devamında: "tarih boyunca çok uluslu anlaşmalara göre yönetilmiştir." ifadesi tam bir cahillik örneği. 103 takaütün tarihten bîhaber olduğunun en önemli göstergesi. Sadece kendi tarihimiz açısından bile değerlendirdiğimizde -ki Çanakkale Boğazı'nın kontrolü 1353'te Osmanlılara geçmiştir- İstanbul Boğazı'nın ve her iki boğazın kontrolü, 1453'ten itibaren 1774 tarihine kadar Osmanlı'nın kontrolün de kalmıştır. Yani 321 yıl boyunca Karadeniz, "Türk Gölü" halinde bulunduğundan dolayı Osmanlı, Karadeniz'e çıkacak olan veya Karadeniz'den güneye inecek olan ticaret gemilerinden vergi almıştır ve Osmanlı'nın izni olmadan hiçbir gemi boğazlardan geçememiştir. 1453'ten sonraki ilk savaş gemisi ise 1799'da Yani yaklaşık 350 yıl sonra geçebilmiştir. O da yine Osmanlıların müsaadesi ve kontrolüyle olmuştur. Osmanlı Öncesi dönemleri saymıyoruz bile...
Devamında: "Bu antlaşmaların sonuncusu ve Türkiye'nin haklarını en iyi şekilde koruyan Montrö, sadece Türk boğazlarından geçişi düzenleyen bir sözleşme değil, Türkiye'ye, İstanbul, Çanakkale, Marmara Denizi ve boğazlardaki tam egemenlik haklarını geri kazandıran Lozan Barış Antlaşması'nı tamamlayan büyük bir diplomasi zaferidir." deniliyor ki; bu da artık, algı yönetiminin zihinleri nasıl iğdiş ettiğinin en bariz göstergesi kabul edilebilir. Zira Lozan Barış Antlaşması'nın zafer değil, bir hezimet olduğu bugün bütün çıplaklığıyla göz önündedir. Lozan Antlaşması, Osmanlı mirasına yapılan en büyük ihanetlerden bir tanesi olarak ifade edilebilir. Neredeyse yüzerek geçilebilen adaların Yunanistan'a verilmesi, denizlerdeki egemenliğimizi, -karasularımızda dahil- kendi kıyılarımıza kadar Yunan'a teslim edilmesi hangi akla göre zafer kabul edilebilir. Şayet Montrö, Lozan'ı tamamlıyorsa, Montrö de aynı şekilde zafer değil bir hezimettir.
İkinci paragrafının son cümlesinde: "Montrö, Karadeniz'e kıyıdaş ülkelerin güvenliğinin temel belgesi olup Karadeniz'i Barış Denizi yapan sözleşmedir." deniliyor. Bu da 103 takaütün ezikliğinin, zihnen, fikren bu tarihe ve topraklara ait olmadıklarının bir ifadesidir. Karadeniz 350-400 yıl boyunca Barış Denizi değil Türk Gölü olmuştur.
Üçüncü paragrafta: "Montrö'nün,Türkiye'nin bekasın da önemli bir yer tuttuğu" ifade ediliyor. Ancak bu nasıl bir beka anlayışı ki; İstanbul Boğazı'na yabancı/düşman bir savaş gemisi bütün mühimmatı ile beraber elini kolunu sallayarak gezebiliyor, geçebiliyor ve siz hiçbir şekilde geminin ne taşıdığını, kontrol bile edemiyorsunuz. Bunun neresi beka?
Dördüncü paragrafta, bir amiralin bir tekke'de başında sarık ile namaz kılması görüntülerine gönderme söz konusu. Yani, Deniz Kuvvetleri'nde Müslüman bir amiral olmasından duyulan endişe ve rahatsızlık yansıyor. Ancak daha önceki yıllarda ağlama duvarındaki genelkurmay başkanı görüntüleri, içkili gece alemlerindeki amiral görüntülerine, bu 103 takaütün herhangi bir rahatsızlık duyduğuna dair bir ifade yansımamıştı. Amerika'nın uşaklığını yapan Fetö'cülerin deniz kuvvetlerinin en üst kademesine kadar sızmasından rahatsızlık duymayan, takaütlerimiz bir amiralin namaz kılma görüntüsünden rahatsız olduklarını ve bunun laikliğe aykırı olduğunu ima ediyorlar. Laiklik, içki içip, sarhoş olup, sızıp kalmak mıdır? Laiklik, ağlama duvarında ağlamayı yüceltip, namaz kılmayı, oruç tutmayı, üzüntü kaynağı görmek midir?
Beşinci paragrafta: "TSK ve Deniz Kuvvetleri'nin Atatürkçü rotadan uzaklaşmış gösterme çabalarını kınıyor ve karşı çıktıklarını ifade ettikten" sonra darbe imasında bulunuyorlar. 15 temmuz 2016'da darbeye yeltenenlerin akibetini hepimiz gördük. Kaldı ki; darbeye karşı durma, darbecileri bertaraf etme, darbecileri cezalandırma konusunda halkımız, o tarihte tecrübesizdi. Artık şimdi daha tecrübeli bir halk var.
Son paragrafta ise Kemalizm ve Atatürkçülük vurgusuyla bildiri tamamlanıyor. Ancak şunu hatırlatmakta fayda var ki; Cumhuriyetin ilk 20-25 yılında Deniz Kuvvetlerinin sahip olmuş olduğu gemi ve savaş gücü varlığı, Osmanlıdan kalan savaş gemilerinden, denizaltılardan ibaretti. Son 20 yılda sahip olmuş olduğu gemi ve savaş gücünün, önceki yıllarla kıyaslanması bile muhaldir. "Mavi Vatan" ifadesi, kamuoyunun gündemine gireli daha 10 yıl bile olmuş değil.
Bir vatandaş olarak şunu sormak hakkımız. Bugün, Montrö'nun feshedilebilme imasından bile rahatsızlık duyup, darbe bildirisi yayınlayan bu 103 takaüt kimin m(p)aşası? Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de, Ege'de, Karadeniz'de, haklarını savunuyor olması ve haklarını savunmak için Kanal İstanbul gibi ticari, ekonomik ve askeri açıdan büyük bir yatırımı yapacak olmasından neden rahatsızlar? Yoksa 103 takaütün anladığı Kemalizm ve Atatürkçülük, mandacılıktan mı ibaret? Aynı zamanda bu 103 takaütün, emekli olduktan sonra bile hala Milletimize ve Devletimize parmak sallayabilme cesaretini, hakkını kendilerinde gören zihinsel alt yapıyı ortaya çıkaran askeri okulların müfredatını ve tarih eğitimini yeniden gözden geçirmemizi zorunlu kılmıyor mu?
15 Temmuz gecesi tankların egzozuna atlet ve gömlek tıkayarak darbecilerin heveslerini kursağında bırakan bu millet, Arz-ı Mev'ud hayalinde olanların ve onlara maşalık yapan takaütlerin emellerinide kursaklarında bırakacak azim ve kararlılıktadır...