Hakan Bahçeci
Hakan Bahçeci Yalan Söylüyorsun!

Yalan Söylüyorsun!

Siyah beyaz Türk filmlerinin unutulmaz repliklerinden biriydi “yalan söylüyorsun” ifadesi. Sonraları çok alaya alınıp, komedi malzemesi haline geldi. Aslında kendi içinde tutarlı bir tarafı olmakla birlikte asıl vurgulanmak istenen başroldeki oyuncumuzun dışarıya değil kendine olan inancını haykırması olsa gerek.

 

Yalanın “yalan” olduğunu ve ilke olarak yanlış olduğunu bilmeyen insan yok gibidir. Peki, nasıl olurda ihtiyaç duyar insan bu yanlışa acaba? Netameli bir konu olduğu muhakkak… Hele mesele tarihsel bir pencereden açılmışsa, gel bak işin çetrefilliğine. Neden açtık bu konuyu? Ajansları izleyen bir Hacı Amca ekranda ardı ardına görünen iki devlet adamının birbirine “o, yalan söylüyor” suçlamasını duyunca, “hangisi doğru o zaman” sorusu üzerine düştü kaleme.

 

İnsanlık tarihi boyunca yalan suç unsuru olarak algılanmıştır. “Yalan yere atılan yeminler, yalancı şahitlik, iftira, gerçeği saptırma” gibi hoş karşılanmayan tüm tavır ve davranışlar yalan üzerine kurulmuştur. Değer yargıları sayılırken doğruluk ilk aranan özellik olmuştur.

 

Tarih bizim gerimizde kalan bir süreç olarak yaşanmış ve bitmiştir. Tarihin yazılmasında tarih okuyanların önemli bir rolleri olmuştur. Tarihçilerin tarihî olayları okuyup, okuduklarını anlayıp, kendi anladıkları gibi bizlere aktarması sonucu bizim tarihe bakış açımız şekilleniyor. Tarihi onların gözü ile görüyoruz deyim yerindeyse.

 

            Hal böyle olunca anı yaşayan insanlar geçmişin kendi anlarına kendi değerlerine değer katması amacıyla tarihi kendi bakmalarına göre anlayıp insanların da öyle anlamalarını istiyorlar.  Acaba diyorum,  “geçmişte yaşayanlar yaşadıkları duygu, düşünce, tasa, gam, keder her ne varsa bugünü yaşayanlar için bir amaç uğruna kullanıldığını görselerdi ne derlerdi?” Elbet ne diyeceklerini asla öğrenemeyeceğiz.

 

            Tarihin kendi asla yalan olamaz, yaşanan her şeyin yaşandığı kabul edilmişse doğrudur. Bu tıpkı paradoks gibi… Yaşanan her şey gerçekleştiği için doğru, yaşayanların daha önce yaşananları yalan ya da yanlış diye yorumlamaları ise tarih. Paradoksun diğer ayağı ise her an değişen dünya düzeni.

 

            Tarihi köklerden, enerji, heyecan, ruh, toplumsal şuur bulunup alınabilir. Toplumlarda oluşan millet, vatan, birlik, örf adet sevgi ve bağımlılığı kendi tarihinden ilham almaktadır. Bu yönüyle tarihin okunması, incelenmesi, kavranması büyük önem taşımaktadır.

 

            Gelişen ve değişen dünyada ülkeler kendi çıkar ve menfaatleri için başka ülke ve toplumların tarih ve geçmişini kullanmaktan çekinmeyecek kadar gözü kara olabiliyor. Tarihsel hesaplaşmalar günümüz devlet ilişkilerine yön verebilecek kadar derin ve etkili. Ancak bilimsellikten objektiflikten uzak kalmış güdük çekişmeler ilişkileri sarsabiliyor.

 

            Bununla birlikte bir olgu, düşünce ya da olayın olduğunu ya da olmadığını inkâr etmek inkâr sahibinin bedelini ödeyeceği bir durum olsa gerek. Bilimsel alana konu olan bir meselede “şu ya da bu vardır/yoktur” demek sonuçları itibari ile de bilimsel alana girmelidir. Hukuk açısından da, tarihi şahit tutarak olup olmadığı bile tartışılan bir konunun, sırf birileri istiyor diye inkârının ceza getireceği bir düzenleme hukukun temel felsefesi ile çelişmez mi?

 

            Yalanın inkârı yalana zarar vermez, ama bu yalanı inkâr etmek yalan sahibine çıkar, inkâr sahibine zarar sağlıyorsa bu yalanın paradoksu yalanlanmalı değil midir? Geçmişte yaşananlar günü yaşayanların sorgulanmasına ceza almasına ikili ilişkileri bozmasına neden oluyorsa bizden sonrakiler bizim yaşadığımız çağdan çok fazla muzdarip olacaklar belli ki.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi