İbrahim Çolak
İbrahim Çolak Verdiğimiz hep azdır!

Verdiğimiz hep azdır!

İnsan mütemadiyen kendini kandırıyor, insan kendine zalim… Küpümüzün içinde ne varsa dışına da o sızıyor. Küpümü boşaltsam… Hiçbir şey kalmasa. Tamamen boşaltsam. Ya da yalnızca, sessizlikle doldursam küpümü. Sesim çıkmasa. Gözüm görmese. Duymasam. Başımı yerden kaldırmasam… 
İnsan kendine zarar, insan kendine ziyan. Şu hızla geçen günler tıpkı ipi kopmuş uçurtmaya benziyor.  Yaptığımız ufacık güzel işleri büyütüyoruz. Başkalarının günahlarını büyütüyoruz. Duyulmaması gerekenleri söylüyor, duyulmaması gerekenleri duyuyoruz. Oysa “var olmayı” seçen, sahip olduklarının da geçici olabileceğine inanır ve yüklerini azaltarak yaşamak gereğine inanır. Var olmayı değil sahip olmayı seçtikçe kaybediyoruz.
 
&&&
 
“Atı direğe bağlayabilirsiniz, direğin gölgesine değil.” cümlesini hatırlıyorum. Atım yok, direğim yok, gölgem yok… Tamah ettiğimiz ve ardından koştuğumuz dünyanın bize acıyarak gülümsediğini hissediyorum. Korkum, gün gelecek, elimizde yalnızca kalbimiz kalacak. Kalbimiz. Pas tutmuş kalbimiz!
 
&&&
 
Varlığımız sevdiklerimize hesapsızca adandığında anlam kazanıyor… Elinde bıçak olansa sevdiğimiz oluyor. Bıçağın nerede? Belki de ruhumuzun en saklısında bir yerde, mazlum sayılma isteğinden dolayı, bıçağın sevdiğimiz insanda olmasını istiyoruz. Kendi sorumun acemisi gibiyim. Sanırım her ikimizde de bıçak var!
 
&&&
 
Bir insana, verdikçe vermek istiyor ve verdiğimizi her seferinde az buluyorsak, saymıyorsak, bu sevmenin ölçüsüdür. Çünkü itiraf etmek gerekir ki bazı insanlara hem az verir, verdiğimizden de bazı bazı hoşnut olmayız. Oysa sevdiğimiz insana tam tersidir. Verdiğimiz hep azdır!
 
&&&
 
Öyle bıktım ki kendimden, öyle terk ettim ki kendimi. Ne fethedilme duygusu veriyorum, ne sömürge, ne işgal, ne özgürlük. Hiçbir sınırım kalmamış, senin ellerin ve türkülerden başka. Uzun zaman kapalı ve havasız yerde kalmış bir mahpusun dışarı çıktığında yaşadığını yaşıyor, uzun uzun bakıyorum gökyüzüne. Biliyorsun değil mi, insan, sevmediği insanın yüzüne uzun süre bakamaz Dağlım. Gökyüzüne ve sana doyacak değilim.
 
&&&
 
“İnsanı seven ve kendini sevdiren kadın ne güzeldir!” demiştim de “Kadının sevecek bir hakikat bulması ne güzeldir!” demiştin. Gönlünü diri tutasın, diğer her şey bir şekilde hallolur nasıl olsa. Sen bakma serzenişli, efkârlı cümlelerime, kalbimin gördüğü yerde sen varsın… Gel dediğinde, koşarak geleceğimi de biliyorsun. Geleceği, zamana ve kalbimize bırakalım.
 
&&&
 
Dağ şebnemi.
Sen benim parçalanmış, kederli yüreğimin sığınağısın. Avut beni, acılarımı unuttur!
Temiz ve soğuk bir rüzgâra sırtımı vermiş kitap okurken, ara verip, sana yazıyorum.
Yaşama sevincimizle ümitsizliğimizin buzlarını çözebilsek, içimizdeki korkularımızı boşaltabilsek…
Cümlelerimi tamamlayamıyorum.
Bir dağın önünden bir bulutun geçmesi gibi, yoğun bir keder geçiyor gönlümden.
Sen yürümek istersen seninle dünyanın öbür ucuna kadar yürüyebilirim.
 
&&&
 
Bazen şaşırtıcı bir uzaklık ve yine aynı şekilde şaşırtıcı bir yakınlık hissettiriyorsun.
Şaşırıyorum. Şaşkınlığımdan da mutluyum.
Hem var hem yoksun ya olsun, o iri ve dürüst gözlerinin gülümsediğini düşledim, ben de gülümsedim.
Sen ki incinmesini tebessüme dönüştürerek yaşayansın.
 
&&&
 
Ben ancak kaderin beni getirdiği yerde kendim için mümkün olanı yapabilir, seni, hayatın karşısında alçakgönüllü yaşar gibi sevebilirim. “Böylece şükrederek yolumda ağır ağır yürüyeceğim, günün birinde nereye varacağımı bilmeden.” (Hermann Hesse’nin Mektupları)
 
&&&
 
Yayla sabahı. Serin. Aklımdasın. Olmayacak hayaller kuruyorum. Canım yanıyor. Gece, karşıdaki dağın bütün eteği ışığa boğulmuşken şimdi gün açıyorken tek tük bir kaç ışık görünüyor.  Senin ışığın gece gündüz hiç sönmüyor! Kokunu özlüyorum. Senden uzak kalmak kalbime yalnızlık hissi veriyor. Şimdi seninle, anlayışlı bir sessizliğin içinde elin elimde, şu temiz sabah serinliğine çıkabilseydik… Gecenin çiğiyle yıkanmış yarpuz kokusunu içimize çekebilseydik... Dünyadan uzak,  birbirimize yakın, ürkek bir mutluluğun içinde yürüyebilseydik… Mutlulukla gönenmişken dünyaya sırtımızı dönmüş yaşayabilseydik… Sevdiğimiz insanın ağzından adımızı duymaktan bıkmayız. Adımız; sensiz olmak istemiyor, seni seviyor ve özlüyorum manasına da gelir. Adını fısıldıyorum. Dağlar duyuyor, sen duymuyorsun.
 
&&&
 
Şehirler değişirken uzaklığın değişmiyor. Dağlara bakarken, seninle yürümeyi düşlüyorum. Dağlara bakarken, dağları ve seni hak etmeyi istiyorum. Dağlara bakarken sanki sana bakıyorum; yakın görünürken uzak, bağrında çiçekler ve serin sular saklayan, merhametli, dinleyen, tebessüm eden… Dağları ve seni seviyorum.
 
&&&
 
Sabah. Gün daha yeni açmış. Bir camii serinliğinde oturmuş, kitap okuyorum. Elini tuttuğumu düşlüyor ve sessizce en saklı cümlelerimi kuruyorum.  Yazdıklarımızdan çoktur yazmadıklarımız ve hissetmek çok şeydir Dağlım. Gönlümü avuçlarına bırakıyorum. Avuçların güvenli bir yurttur gönlüme. Önüm arkam, sağım solum hep gurbet. Burada, bu halde ölsem diye geçiriyorum gönlümden, kumrular dem çekerken.
 
Her ne kadar, baki kalacak olan kelimeler değil hislerimiz olsa da, “Biz birbirimize sık sık, asla solmayacak şeyler söylemekten vazgeçmedik.” (Lord Alfred Douglas)
 
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi