TEMELLÜK FİKRİNE ÖZENENLER..
İslam ahlakının temelinde kötülükle mücadele ve iyiliği egemen kılma vardır. Bu bağlamda kibir ve gurur gibi kötü hasletler, hoş karşılanmayan niteliklerdir. Acaba insan niye şeytanın bir sıfatı olan büyüklük taslama gibi bir psikolojiye girer? Nefis terbiye ve tezkiyesinden geçmemiş insanların hevası, kendilerini böyle bir büyüklenme hastalığına sevk eder. İnsan, eğer kendisine verilen güzelliğin, servetin, ilmin, makam ve mevkiinin bir emanet olduğunu unutur da bir benlik hastalığına yakalanırsa, elinde bulundurduğu bu güçleri “öteki”ne karşı kullanmaya çok kolay teşebbüs edebilir. Bundan dolayı insana; “yeryüzünde kibir ve azametle yürüme. Çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de dağlara erişebilirsin” (İsra, 37) uyarısında bulunulmuştur. İslam büyüklük hastalığını tedavi etmek için, mütevazılıği alternatif olarak gösterir.
İslam, kibirli hareketi hoş karşılamaz. Çünkü kibir, şeytanın sıfatıdır. İlk defa o, kendi yaratılışıyla Hz. Âdem’in yaratılışını mukayese etti, “ateş, topraktan üstündür” demek suretiyle bir batıl kıyasa giderek, biyolojik ırkçılığı başlattı. Büyüklendi ve kâfirlerden oldu. Büyüklük duygusu insanı, Allah’a rağmen var olmaya, Allah’ı devreden çıkarmağa ve insanın kendisini Allah’a ihtiyaç hissetmeyeceği bir duygusal serkeşliğe götürür. Onun için İslam, gururu, kibri ve başkalarını küçük görmeyi ahlaki rezaletten sayar. Hz. Peygamber (a.s), “bir kimseye günah olarak herhangi bir kardeşini küçük görmesi yeter ve artar bile” buyurmuşlardır.
Kur’an-ı Kerim’de kibirli muktedirlere misaller verilir. Bunlardan birisi de firavundur. İnsanlık tarihinde Firavun, belli bir şahsın ismi değil, tüm Mısır hükümdarlarına verilen genel bir sembolik adlandırmadır. O, Allah’a isyanın, tuğyanın ve her türlü zulmün sembolüdür. Ayrıca o, tevhide dayalı Allah inancından toplumunu saptıran bir isimdir. Nitekim onun bu yönüyle ilgili olarak Kur’an’da: “Firavun, kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi” buyrulur. (Taha 20/79).
Allah’a rağmen bir hayat yaşayan insanlar, müstağnidirler. Firavun da öyle. Onlar, Allah’a ihtiyaç hissetmezler. Dünyevileşmenin getirip bıraktığı uçurum budur. Hz. Musa ve inananların karşısında saf tutan, Firavun da böyle yapmıştır. Baş danışmanlarından olan Hâmân’a, gücünü ve iktidarını göstermek için “yüksek bir kule” yapma talimatında bulunur. Bundan amaç, Hz. Musa’nın ve hepimizin Rabbi olan Yüce Allah’a meydan okumaktır. (Bkz. Kasas 28/38). Firavun’un sipariş verdiği bu kule, neyin simgesidir? Burada kule; iktidarın, kibirlenmenin, servetin, şehvetin, şöhretin, gücün ve Allah’a meydan okumanın bir simgesidir
Maddi iktidarını putlaştıran ve kendisini de rablik makamında gören Firavun, hayatından Hz. Musa’nın İlahını çıkardığı gibi, insanların gönlünden de çıkarmak istemiştir. O, rablik davasında bulunmuştur. İnsan bir defa temellük fikrine sahip oldu mu, hayata dair ne varsa özerkleştirir ve her şeyi kendi tasarrufunda görür. Bazen bu, iktidar gücü olur, bazen bu para gücü olur, bazen bu ilim gücü olur, bazen bu cinsiyet gücü olur. Artık onu sınırlandıran bir otorite yoktur. O, kendisini kontrolsüz bir güç olarak görür. Çünkü o, kendisini, Allah’a rağmen konumlandırmıştır.
İslam’da rasyonel ahlak, günah galerisi bir toplumda ortaya çıkar. Helal ve haram duyarlılığının azaldığı, her türlü kötülüğün cazibeli bir şekilde insana sunulduğu bir ortamda gerçek Müslüman, asi kudurganlara özenmez ve onların tuzağına düşmez. İyi Müslüman, bu dünya hayatının bir imtihan alanı olduğunu bilir. Bu sebeple o, geçici olanın peşinden değil, kalıcı olanın peşinden koşar. Hayatını, ahrette hesap verebileceği bir inanç üzerine kurar. Kur’an’da anlatılan Firavun, Karun ve Belam gibi kötülük odaklarının hayat öykülerinden ibret alır. Servetini, zulmün payandası ve toplumun ahlaki anlamda çözülmesi için kullanan Karun gibilere özenmez. İyi ahlak, adalet ve hakkaniyet yolundan sapan, servetini toplumun ifsadı yolunda vasıta olarak kullanan Karunlaşanların kaybedenlerden olduğunu bilir. el-Adl olan Yüce Allah’ın sonsuz kudreti ve gücü karşısında eriyip giden Karunların hayatına ve felsefesine hiçbir zaman iltifat etmez. (Bkz. Kasas 28/81).