Tam vaktinde ordayım, sen merak etme!
Söz, en güzel görüntüsüne, tutulursa kavuşur.
Sözün bayramı, tutulduğu gündür.
Verdiği sözü yerine getirmek için üç gün boyunca, diğer tarafı, söz verdiği yerde bekleyen bir Peygamberin ümmeti olmakla övündüğümüz bu topraklarda, sözümüze sadâkatimiz sakatat kadar kıymet arz etmez oldu.
Söz vermenin kıymetinden habersiz kaldık ve salıverdik sözü, tutanımız kalmadı.
İşte, ‘söz vermek’ hakkında birkaç güzel söz:
Bin kere vaat edeceğine, bir kere vaadini yerine getir (Said-i Nursi).
Ağır söz veren, hızlı iş yapar (J.J. Rousseau).
Adamakla pilav pişse, deniz kadar yağ benden (Türk Atasözü).
Çok neşeli ânınızda kimseye bir şey vaadetmeyin. Çok öfkeli ânınızda kimseye yanıt vermeyin (Çin Atasözü).
Büyüklerin söz verişleri, yürüyüp duran bir definedir; ehil olmayanların söz verişleri ise akıp giden bir zahmettir, bir eziyettir (Mevlana).
Emânetin en faziletlisi, ahde vefa etmektir (Hz. Ali r.a.).
Yaşamını düzenlerken doğru yerde kal. Derin bir zihne sahip ol. İçtenlikle ver. Sözünde dur. Başın dik olarak işlerini yap. İyi yeteneklerle işlerini tamamla. Uygun zamanlarda hareket et. Kızma, böylece kişilerin öfkesini üzerine çekmezsin (Lao Tzu).
Verdiğimiz sözler, tutuluncaya kadar şahsiyetimize emânettir. Tutulunca, şahsiyetimizi besleyen lezzetli bir gıdaya dönüşür.
Bizi bu gıdalar beslediği müddetçe, şahsiyetimizin sırtı hiçbir zaman yere gelmez. Nasıl ki, pehlivanlar en güzel gıdalarla beslenir ve güçlenirse, şahsiyetimiz de tuttuğumuz sözlerle beslenir ve büyürüz.
Bu büyüme cismâni bir büyüme değil, gönüllerde büyümedir ve böyle büyüyene küçülmek yoktur.
Verdiğimiz sözler, şahsiyetimize emânetti ya; tutmadığımız sözler ise, şahsiyetsizliğimize emâredir.
Tuttuğumuz sözler şahsiyetimizi beslerken, tutmadığımız sözler de şahsiyetimizi zehirlemektedir. Bu zehrin farkına varmak, maalesef pek mümkün olmamaktadır.
Söz vermenin ağırlığı, tutulmadıkça azaldı ve sözler havada uçuşur oldu. Havada uçuşan bu sözler de, suçlar gibi sahipsiz kaldı.
Saat 7’de oradayım, diyoruz ve 8’de varabilirsek sözümüzde durmuş sayıyoruz kendimizi. Bir saatin, bir canlının ömrüne bedel olduğunu hiç düşünmüyoruz.
Ben seni daha sonra arayacağım, diyoruz ve sonramızın üstünden günler geçmesine rağmen elimiz telefona gitmiyor.
Şu an toplantıdayım çıkınca ararım, diyoruz ve hep bitmeyen toplantılara girerek dışarıda bizi bekleyen insanların sabırlarından bihaber keyfimize bakıyoruz.
Borcumuzu şu gün ödeyeceğiz, diyoruz ama o günü takvimimizden çıkarıyoruz. Borcunu ödeyemediğimiz kişinin başkalarına olan borçlarını da bizim yüzümüzden ödeyemediğini hiç aklımıza getirmiyoruz.
Bunları dikkatsizliğimizden dolayı değil, rikkatsizliğimizden dolayı yapıyoruz. Kalp hassasiyetimiz kalmadı. Kalbimiz karardı; doğal olarak yüzümüz de.
Verdiğimiz söz öyle olmalı ki, damarlarımıza kan pompalayan kalbi de yanına almalı ve söz bir an evvel tutulunca kalbi serbest bırakmalı ve onu söz verenin bedenine geri göndermelidir.
Verilen sözün yanındaki emânet, söz verenin kalbi olmalıdır. Kalbe olan ihtiyacımız bize dikkat değil rikkat kazandıracaktır. Bundan şüpheniz olmasın.
Hayvanı yularından tutan, insanı da ikrarından tutan eskiler, eskimeyen insanlar olarak bize yol göstermeye devam etmektedirler.
Bize düşen, verdiğimiz sözün güzergâhından ayrılmamak ve o sözü menziline ulaştırmaktır.
Verilen sözün bayram günü, sözün tutulduğu gün ise, verdiği sözü tutanın bayram günü ise, Allah’ın vaadettiği cennetteki tek bir gündür.
Cennete girenin bir daha oradan çıkmayacağı bir hakikat ise, tutulan söz ukbada cennetin senedidir ve orada her gün bayramdır.
Verdiğimiz söz, tutulmayınca insanlığımızı ele verir. Verilip de tutulan her söz ise, insanlarla el ele verir ve cemiyetin inşaasında eşsiz bir çimento vazifesi görür.
Düstur bellidir:
Söz, tutulmak için verilir ve insanın iki eli kanda olsa da, sözü tutmak için ta Fizan’dan gelir.
Duânızı eksik etmeyin efendim.