İbrahim Çolak
İbrahim Çolak Seni en çok ben bekleyeceğim

Seni en çok ben bekleyeceğim

 

Aynı sokakta oturuyorduk. Annelerimiz arkadaş, babalarımız inşaatlarda çalışan amele takımındandı. Tanışıklığımız kardeşliğe yakındı.  Onlar ip atlarken, biz erkekler Arnavut taşı döşeli sokağımızda top oynardık. Yakantop ve saklambaçı beraber oynardık. Denk gelirse aynı yerlere saklanırdık ve yakalanacağımızı anladığımda ben öne çıkardım, Nermin yakalanmasın diye biraz da bilerek yakalanırdım…

Güzel bir sokağımız vardı. Hemen her evin bahçesine istediğimiz rahatlıkla girebilmemize rağmen çocuksu bir muziplikle aynı dut ağacına üşüşür, dalları kırar, Samancıların Hatice teyzeden “Sizi akşama babanıza söyleyeyim de görün!” diye bağırmasını sırtımızın sıvazlanması gibi hissederdik. Çünkü Hatice teyzemiz, bırak bizleri babalarımıza söylemeyi, hepimizi şımartan, bizlere kol kanat geren, ufak tefek eksiklerimizi de fark ettirmeden gideren bir insandı. Allah nur içinde yatırsın.

İşte bu Samancıların Hatice teyzemizin komşusu, Niyazi amcanın kızıydı Nermin. Sahi, Nerminlerin bahçesinde de armut ağacı vardı ve o armut ağacına herkes çıkarken ben çıkmazdım. Çıkamazdım. İnsan garip, insan çok sonra fark ediyor. Sevmek bu olsa gerekti.

Aynı ilkokulda ama ayrı sınıflardaydık. Ortaokulu da aynı okulda okuduk. Nermin’i okutmadılar. Ben de zor bela liseyi bitirdim.

(Arada sessizleşiyor, gözleri doluyor, uzaklarda bir yere bakıyordu Ahmet dayı. O susunca ben de susuyordum. Ve sanki Nermin teyzemiz yanımıza geliyordu.)

Ben de babam gibi inşaatlara gitmeye başlamıştım. Babam demirci ustasıydı ama ben beceremedim, boyacı oldum.

Ben delikanlı olmuştum, Nermin genç kız. Utangaçtım, kimsenin yüzüne bakamazdım, Nermin’e de gözlerimle değil kalbimle bakıyordum zaten.

Niyazi amcalara bayramlaşmaya gitmiştik. Ben de on gün sonra askere gidecektim. Bana takılıyordu Niyazi amca. “Askerliğini yap gel de seni evlendirelim.” Başım öne eğikti. Sevinç gibi bir duygu hissetmiş ama utanmıştım da. Sonra bir ara bahçeye çıktık kardeşim, Nermin ve ben. Sanki içimin en içinden geçenleri Nermin hissetmiş gibiydi. Başım hâlâ öne eğikti, başımı kaldırıp Nermin’in yüzüne bakamıyordum.

(Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Sormuş olmama pişmandım. Kalkıp gidemiyordum. Elini dizime koymuş, başıyla bekle diyordu.)

Sonra bir ara baş başa kaldık. “Bak sana ne vereceğim?” dedi. Baktım. Kocaman ve kıpkırmızı bir elmaydı. İkiye böldü ve yarısını bana verdi.

Nasıl diyeyim, nasıl anlatayım, sanki çocukluğumuzdan bu yana geçen bütün o zamanı dolduruyor, sanki bütün gökyüzünü, sanki bütün o saklambaç oyunlarını, sanki bütün sokağımızı… Yok yok, sanki dünyanın bütün meyvelerini bana sunuyordu gülümseyen bakışlarıyla. “Seni en çok ben bekleyeceğim” dedi bir de. İşte hepsi buydu. Bana yeterdi. Bana kırk yıldır yeten de bu işte.

x x x

Bir ara, beş-altı ay kadar, işsiz kalmayayım diye boyacı bir arkadaşımın yanında inşaatlara boya yapmaya gidiyordum. Hikâyesini anlattığım Ahmet dayıyı da işte o günlerde tanıdım. Altmışlı yaşlardaydı. Evlenmemişti. Usta boyacıydı. Çok konuşmaz, öğle tatillerinde kitap okurdu. Değişikti. Öğle yemeklerimizi beraber yerdik. Sessizce yemeğini yer, bir duvar dibine çekilir ve kitabını okurdu.

Az zaman değil. Altı ay kadar beraber çalıştık. Öğle yemeklerinin sonrasında zaman zaman elma yerdi ama bir ara nasıl olduysa fark etmiştim. Cebinden çıkardığı çakıyla elmayı tam ortadan ikiye bölüyor, yarısını yiyor, öbür yarısını da okşuyor ve çatıya atıyordu. Emin olmak için, birkaç gün üst üste izledim. Emin olmuştum. Elmanın yarısını yiyor diğer yarısını öpüp kokladıktan sonra ya çatıya atıyor ya da mısır bahçesine –atmıyor- elinle getirip bırakıyordu.

Gençlik merakı, gençlik hoyratlığı. Bir yemek sonrasında yanına gittim ve usulcacık sordum. “Ahmet dayı, yanında oturabilir miyim?” Oturmuştum. Aklım fikrim elmadaydı. Genişçe cebinden bir elma çıkarıp bana uzatmış, bir elmayı da yine ortadan bölüp yemeye başlamıştı. Konuşmuyordu. Ama git de demiyordu. Yanında rahattım. Yarım elmayı yemişti. Hamd etmiş, çakısını kapatıp cebine koymuştu. Gözümü yumdum ve sordum: “Dayı, hakkını helal et, fark ettim, izledim, sen hep yarım elma yiyorsun, bunun nedeni nedir?”

Başı o kadar öne düşmüştü ki daha sorar sormaz garip bir pişmanlık duymuştum. Seviyordum Ahmet dayıyı. Üzüldüğü, çok üzüldüğü belliydi. Epeyce bir süre öylece kaldı. Ve elini omzuma koyarak yukarıdakileri anlattı ve sonra yine sustu.

Sonrasında sorulabilecek bütün sorular anlamsızlaşmıştı, susmuştum, soluk almıyordum. Ağlamaklıydım. Ne durabiliyor ne kalkıp gidebiliyordum. Arkadaşlar iş başı diye çağırana kadar öylece kalakaldık Ahmet dayıyla.

Ahmet dayı askerdeyken Nermin teyzemiz bir kaza kurşunu ile ölmüştü. Ahmet dayı sevmişti. Çok sevmişti. Ve kırk yıldır, elmasını Nermin teyzeyle bölüşüyordu. Şahit olduğum en içli aşk hikâyesiydi. 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi