İbrahim Çolak
İbrahim Çolak Sabah kuşundan şiir öğrenen kimlerdi?

Sabah kuşundan şiir öğrenen kimlerdi?

        Yoktun. Uzaktın. Bitmeyen hayaller ve sonu gelmez düşlerin ağırlığı ile öğleden sonra yola çıkmış, yorgun bir ikindi vakti dağın tepesine varmıştım.

        Ağaçlar, kuşlar, böcekler, otlar ve hatta uzaktan görünen Karadeniz… Her şey tatlı bir uykunun içine çekilmişti ve ben de bu tatlı esintiye uyup, sırt üstü uzanmış, uyumaktan daha çok bedenimi ve gözlerime hitap ediyordu. Sanırım bir saat kadar da uyumuş olmalıyım.

        Uyanmıştım. Yine yoktun. İçimde biriken acıya engel olamıyordum. Güneş ışığını azaltmış, yatağına çekiliyordu.

        Sırtımı ağaca, yüzümü Karadeniz’e vermiştim. Ay denizin içinden doğuyor, güneş mavi sularda sönüyordu. Benzetmeye çalışmıyordum, benziyordun. Ay da Güneş de sen oluyordun. Bir yanın gelirken diğer yanın gidiyordu.

        Portakal rengi bir kelebek kondu çok yakınıma. Nefesimi tuttum ve seyrettim. Sonra uçup gitti. Sen gibiydi.

        Kuş cıvıltıları, rüzgarın bebek nefesi gibi esiyor olması, adını bilmediğin çiçeklerin ve toprağın kokusu… Hepsi yalnızca hüznümü arttırmaya yarıyordu.

        Gece uzun, gece serin ve ıslaktı.

        Birbirinden kopuk, birbirine uzak düşlerin, hatıraların arasında dolaşıyor, üst üste sigara içip hep aynı türküyü söylüyordum. Kendime efkar yapıyordum!

        Dönüp dönüp “Yaylanun çimenine…” diyor, seninle gidemediğimiz yaylalara gidiyor ve orada kalıyordum.

        Seninle konuşuyor ve sana soruyordum: “Sen hiç, bir dağı uyurken seyrettin mi?” Seyretmediğini biliyordum. Bir dağı uyurken seyretmenin muhteşem olduğunu sana nasıl anlatırdım?

        Sonra, sanki bir an, tül gibi ay ışığının altında, erguvan rengi bir atın sırtında bana doğru geliyordun.

        İstanbul’a yürüyordum. Yürüyüşümün en güzel anları, toprak üzerinde kıldığım namaz ile sırt çantamı yastık yaparak uzandığım anlardı. Yine böyle bir dinlenme anımda, uzun uzun gökyüzünü seyretmiş, sonra sırtımı güneşe vererek sağ tarafıma dönmüş ve toprakla konuşmaya başlamıştım: “Toprak” diyordum, “Peygamberim sende, anne ve babam sende, bende geleceğim…” Toprağın beni duyduğuna ve gülümsediğine emindim. Toprak mübarek, merhametli ve sabırlıydı.  

        Sonra uzanıp, dedemin yaptığı gibi yapıp, bir avuç toprak alıp, öpüp koklamıştım. O dedem ki şöyle derdi: “Nasır tutan eller, toprağa değil de harama uzandığında kirlenir.”

        Ahh… Sabah kuşundan şiir öğrenen kimlerdi?

        Geceyi ve gecenin büyülü sessizliğini en içimde yaşamıştım. Geceden bana kalan sırlar olmuştu.

        Sabah ezanları okunuyor, babalar “Bismillahlı” adımları ile rızıklarına doğru yürürken, annem son gününe uyanıyordu.

        Rüzgar sanki ağaçların arkasına saklanmıştı. Uyuyan kuşlar silkindiler, uyandılar, cıvıldaştılar.

        Ağaçlar, gecemin duyan ancak sessiz şehitleriydi. “Ağaç” diyordu şair, “kendisinden havalanan kuşla uçar.”

        Şimdi sabah. Gün uyanıyor. Havada çivit rengi büyülü bir duman var. Geceden çimen ve çiçeklerin üzerine yağmış olan çiğ, göz kamaştıran gümüş rengi dantellere benziyor. Çiyle yıkanmış sabahın kokusunu soluyor, senden uzak olsam da, yeni bir güne daha kavuşmuş olmanın mahcup ve şükür dolu mutluluğunu yaşıyor ve içimden: “Allah’ım! Bu senin dünyan ne kadar mükemmel; her ot parçası, her çiçek ve yaprak.” diyorum.

        Rengarenk ve binlerce çiçeğe bakarken: “Bayram yerine gider gibi giyinmiş genç kızlar…” cümlesini terennüm ediyordum.

        Bilmiyorsun; ben senin en çok da uzak mavi bulutlara benzeyen özgürlüğünü sevdim Dağlım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi