Petrol paradoksu
Gelişmiş ülkelerin kendi grubundaki ve gelişmiş ülkeler ile olan ekonomi verilerine dayanan bilek güreşi devam ediyor. ABD, Almanya, Japonya gibi toplam ihracat, ithalat ve yurt içi talep gibi unsurlar açsından dünya ekonomisinin lokomotifi fonksiyonunu üstlenen gelişmiş ülke ekonomilerinde uzun süreden beridir durgunluğun, alınan ve uygulamaya konulan ekonomi politikalarına rağmen bir türlü önüne geçilememesi, küresel ekonomide yaşanılan sorunların temelini teşkil etmektedir. Gelişmiş ülkelerden olmamasına rağmen dünya ticaret hacmi bakımından ABD’den sonra fakat Almanya, Japonya gibi gelişmiş ülke grubunun önde gelen ülkelerinin önünde ikinci sırada yer alan Çin’in, üç beş yıl önceki adeta kendisiyle özdeşleşen %10’luk büyüme oranının artık çok uzağında kalması ve bu durumun uzun süreceğinin anlaşılması, global ekonominin başını ağrıtan sorunların başında gelmektedir. Çinin ucuz işgücü, enerji ve genellikle orta düzeye dayalı kalkınma odaklı üretim sürecinin sonuna gelmesi ve yüksek teknoloji ile reel ekonomisini taçlandıramaması, dünya ekonomisinin sorunlarının derinliğini artırmaktadır. Adeta dünyanın fabrikası niteliğinde, toplam ihracat ve ithalat potansiyeli en yüksek ilk iki ülke içinde yer alan Çin ekonomisinin yavaşlaması demek, kendisinden ziyade belki de diğer ülkelerin ekonomilerini daha fazla etkilemektedir. Yüksek büyüme oranı yoğun bir şekilde ithalata bağlı olan Çin’in büyüme oranının %6’lar düzeyine inmesi hatta bu oranların doğruluğuna bile kuşkuyla bakılması madalyonun bir yüzü iken, esas sorun ithalatını azaltmasının sonuçlarının, Çine mal satan ihracatçı ülkelerin ekonomilerinde meydana getirdiği hasardır. Ham petrol, demir, bakır, kurşun, kömür, altın, platin, pamuk, pirinç, mısır, buğday, kakao, kauçuk, kahve gibi emtia mallarının yüksek fiyatlardan satışıyla elde ettikleri ihracat geliriyle bu zamana kadar gününü gün eden Rusya, Brezilya, Peru, Venezüella, Kolombiya, Şili, Güney Afrika, Avustralya, Malezya gibi ülkeler için artık yolun sonuna gelindi. Emtia ürünlerinin fiyatlarının zaman gelip düşebileceğini ve buradan sağladıkları kolay döviz gelirlerinin azalabileceğini akıllarına bile getirmeyen söz konusu ülkelerin, küresel ekonominin stagnasyon sarmalının süreç haline gelerek global talebi azaltmasıyla, açıkta yakalandılar. Fiziksel ve düşünce bazında üretim ekonomisinin gelişmesi adına gerekli yatırım yapmadıkları ortaya çıkan bu ülkelerin, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki düşük büyüme hızları da eklenince ekonomik sorunların katmanları artarak, Brezilya örneğinde görüldüğü gibi siyasi ve sosyal patlamaların gün yüzüne çıkmasına yol açtı, sırada Venezüella.
Gelişmiş ülkelerin büyüyememe, gelişmekte olan ülkelerin yapısal ekonomik ve toplumsal sorunları, emtia zengini ülkelerinin üretime dayanmayan ekonomik yapısının gerçeği önümüzde iken, küresel ekonominin stabil duruma gelmesi orta vadede mümkün görülmemektedir. Bu ise her ekonomimin kendine göre sorunlar ve bu sorunları çözme uğraşısı içinde kıyasıya mücadele yapacağının da göstergesidir.
Başkan Draghi ECB olarak, mali sektörün Avrupa Birliği ekonomisinin canlanması için elinden geleni yapacağını belirtmesine rağmen, uygulamaya konulan parasal politikaların da sonuna yaklaşıldığına da işaret ederek, aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmedi. Ayrıca parasal politikaların beklenen başarılı sonuçlar vermesi için, tüm ülke hükümetlerine görev yükleyerek, maliye politikası araçlarının (kamu harcamaları, kamu yatırımları, transfer harcamaları, vergi politikaları) uygulamaya başlanarak toplam talep düzeyinin yükseltilmesinin, küresel durgunluk sürecinin kırılmasına yardımcı olacağını belirtti. İlk bakışta mantıklı olarak desteklenebilecek bu görüşlerin pratiğe dökülmesi aşamasındaki zorluklar, istenen sonuçlara ulaşılmasının zorluğunu da beraberinde getirmektedir. Toplam talebi artıracak maliye politikası araçlarının uygulamasında ortaya çıkacak ilk sorun enflasyondur, sonrakiler ise bütçe açıkları, kamu kesimi borçlanma gereğinin milli gelire oranının yükselmesi ve bununla doğrudan bağlantılı olan cari açığın artması olarak sıralanmaktadır. 14-15 Haziran’da yapılacak FED toplantısının yaklaşmasına paralel olarak görüşler ve yorumların tansiyonu da normal olarak artmaya başladı. Janet Yellen’in, ABD ekonomisinin ayaklarının yere daha sağlam bastığını gösteren sonuçlara göre faizlerin artırılabileceği şeklinde ucu açık ifadelere devam etmesi, gelişmekte olan ülkeler için sıkıntılı günlere hazır olmaları gerektiğini, yapısal sorunlarını çözme mecburiyetinde olduklarını işaret etmektedir. Eninde sonunda FED faizleri artıracak, gelişmiş ülkeler için bundan kaçışın olmadığı açıkça görülmektedir.
Petrolün varil fiyatının 29 dolardan 50 dolar düzeyine yükselmesi, petrol ihracatçısı ülkelerin şimdilik notu düşmek şatıyla, ekonomilerine nefes almaya başlamasını sağladı. Ancak OPEC ülkelerinin Viyana’daki toplantısının anlaşma ile sonuçlanmaması, Suudi Arabistan–İran arasındaki restleşmenin devam etmesi, ABD’nin kaya gazından petrol üretip piyasaya arz etmede uygulayacağı politikanın belirsizliği gibi unsurlar dikkate alındığında, petrolün küresel ekonominin durgunluktan çıkıp çıkmaması konusunda başrolü oynayacağını göstermektedir. Buradaki asıl sorun dünya ekonomisinin petrolün hakimiyetinden kurtarılması ise, petrol yerine ikame edilecek enerji kaynaklarını üretim ekonomisine sunmakta ne derece başarılı olunacağı, arzı artırıldığında ise hem 21. yüzyılın sonlarında tükeneceğinin hesaplanması hem de fiyatların düşerek küresel durgunluğun sürmesine yol açacağıdır. Petrol üreten ülkeler için zor bir durum, etkileri bakımından küresel ekonomi içinde.
Soru: Finansal sektör ekonomilerin lokomotifi olabilir mi? Neden?
Sözün Gözü: Ne olursa olsun kökü haram olanın, sonrası helal olmaz.