Ölümün soğuk yüzü
Geçtiğimiz hafta, pazar gecesi dedemi kaybettik. Hem de akciğer yetmezliğinden. İleri derecede koah ile ona eklenen zatürre hastalığından. Henüz yetmiş yaşında ve yaşama sevinciyle dopdolu, etrafında hep sevdikleri ve ailesi bulunan şanslı bir kişi. Son ana kadar aklı ve bilinci yerinde. Fakat emir bu: “Ne bir an ileri ne de bir an geri alınabiliyor.” Her ikisi de imkânsız. Sayılı olan nefes taneleri bittiğinde ömür ipliğinde sona gelinmiş oluyor. Üstelik ölüm bize ulaştığında genç-yaşlı, zengin-fakir, iyi insan-kötü insan ayrımı asla yapmıyor. Geliyor ve alıp gidiyor.
Bu haftaki yazımda geçen haftadan devamla suyun önemi, insan hayatındaki vazgeçilmezliği vs. konularına değinmekti asıl maksadım. Lakin her zaman olduğu gibi bu hafta da evdeki hesap çarşıya uymadı. Dolayısıyla bir hafta da ölüm konusunda yazayım düşüncesini gerçekleştirmek bu haftaya nasip oldu.
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber; hiç güzel olmasa ölür müydü Peygamber”
Üstad Necip Fazıl olayı ne de güzel özetlemiş. Yeryüzünde hiçbir insanın inkar edemeyeceği tek gerçek vardır: Ölüm. Öyle ki Allah’ın varlığına bile inanmayan insan-cıklar yaşıyor şu hayatta fakat ölüme herkes inanıyor. Tabii ölüm sonrasına iman kişinin yine hak ya da batıl dine inanmasıyla alakalı bir durum.
Peki bu noktada bizden istenen ve yaratıcının bizden beklediği neydi? Onun da cevabı gayet açık: Ölümü hatırlamak ve ölüme hazırlanmak. Bitmez tükenmez dünyevi hırslarımızın galebe çaldığı anlarda, şeytana uymanın çok kolay olduğu ve nefislerimizle adeta baş başa kaldığımız o ince çizgide hemen ölümü hatırlamalıyız.
Akıl terazimizi ortaya koymalıyız. Terazinin bir kefesine tüm arzular heyecanlar ve gayrimeşru istekler diğer tarafına da ölüm gerçeği ama kendi ölümümüz. Sonuçta insan bu. Hep başkasının ölümüne şahit olur da kendi ölümüne bir türlü kabullenmek istemez. Kabullenmez diye başa gelmeyecek değil ya! Sırası gelen çekip gidecek bu handan. Peygamber Efendimiz ne güzel söylemiş: Bir ağacın altında dinlenip yoluna devam edecek bir yolcu gibi yaşayın.
Geçenlerde bir kıssa okudum ve çok etkilendim. Hz. İsa zamanında bir kadıncağız naylondan yapılmış üstü ancak güneşten korunmaya elverişli bir barakacıkta çölün ortasında günlerini ibadetle geçirmektedir. Bir gün bu kadıncağızın ağladığını gören Hz. İsa sebebini sorar. Oğlum öldü evladım der kadıncağız. Gencecikti üstelik. Kaç yaşındaydı diye sorar Peygamber. İki yüz elli yaşında çekti gitti der kadın üzüntüyle. Hz. İsa onu teselli eder. Ahir zaman ümmeti geldiğinde ömürleri altmış seksen sene olacak. Daha üstüne fazla ihtiyar diyecekler. Kadın şaşırarak sorar: Peki o insanlar o kadar kısacık zaman için kendilerine evler inşa edecek mi? Onların yerinde ben olsam iki kazık çakarım üzerine bir örtü sererim. Kendimi ibadete adarım.
Hayatta insanoğlunun en değerli hazinesi yaşıyor olmasıdır. Nefes almasına uzun süre engel olduğunuzda o artık insan değil ölü sıfatını alacaktır. En değerli hazinesini para mal yahut şöhret sananlar er ya da geç aldandıklarını fark edecek fakat çoğunlukla iş işten geçmiş olacaktır.
Nureddin Yıldız Hoca’nın çok güzel bir sözü geliyor burada aklıma. Diyor ki: “Ölümün bile ders vermediği insana ders verebilecek bir öğretmen yok bu dünyada.” Ve ekliyor: “Hayatta yapılan en gereksiz işlerden biri de cenaze namazı kıldıracak imamın ölümü anlatması ve insanları ibret almaya davet etmesi. Ölümün kendisi alabilene çok büyük bir ibret zaten. Alamayan ise sen ne kadar uğraşsan da boşa gidecektir…Tabut da mezarlıklar da son derstir ötesi yok. Bundan sonra körler ve sağırlar yoluna kaldığı yerden devam ederler.”
Bir bebek dünyaya gelir. Her doğan gibi o da bir ölünün torunu olarak gelir dünyaya. Yaşama ihtimali vardır bu bebeğin. Fakat kesin olan ise öleceğidir. Amma yirmi dakika amma elli sene sonra…
Her kalbin çarpıntısı, kendi ecelinin ayak sesidir. Bayezidi Bistami hz. Selam ve dua ile kalınız.