İbrahim Çolak
İbrahim Çolak “Ölmeye hepimiz katlanabiliyoruz; bizim asıl katlanamadığımız yaşamak.”

“Ölmeye hepimiz katlanabiliyoruz; bizim asıl katlanamadığımız yaşamak.”

Dağlım…

Değil günler, hemen beş dakika sonra pişman olduğum bir davranışımın pişmanlığıyla yazıyorum bu mektubu. Kasvetli olduğumu kabul ediyorum. Yanında ve yalnız olduğum insanların sayısı giderek artıyor. Karşımdaki insanın bana iyilik yapması bu insanı dost kılmıyor, bunu unutuyorum. Her yerde, her zaman, dedikoduya, olumsuzluklara, fenalıklara, kötülüğe daha çabuk inanılıyor, bunu unutuyorum. Çok konuşuyorum ve konuştuklarımın karşıma çıkacağını unutuyorum. Konuştukça; güçsüz kişilerin tumturaklı sözlerle övünmeleri gibi övündüğümü görüyor, utanıyor ve sonra unutuyorum.  Başımı önüme eğmedikçe, kibre düştüğümü unutuyorum. Olup bitenlerin iç yüzünü bilsek, merhametli ve bağışlayan insanlar olacağımızı unutuyorum. Delilik edecek kadar dürüstlüğümüzün kalmadığını unutuyorum.  İnsan olmanın, ağu dolu kadehi sonuna kadar içmek olduğunu unutuyorum.  Bir seni, senin dört mevsim ilkbahar oluşunu unutmuyorum Dağlım.

Bazı insanların üç günde aldığı yolu on günde hatta bir ayda aldığım da oluyor, sebat ediyor, yürümeye devam ediyorum. Biz hangi işi, gücümüz tükenesiye yaptık da başarısız olduk, mutlu olmadık, kendimize aferin demedik. Sabırsız, aceleci ve hesabiyiz Dağlım. İşlerimiz, sözlerimiz, ömrümüz bereketsizleşiyor.  Sözümüz, ne kadar gerçek olursa olsun, kargaşalığın içinde kayboluyor. Sözümüz, su katılmamış süt gibi… Sözümüz sade, arı duru ve süssüz olmalı. Sözümüz, söz olmalı, zevzeklik değil.

Sinsi ve suçlama gibi duran sessizliklerin içinde yoruluyor,  sarıp sarmalayan, derinlik katan susmaları özlüyorum Dağlım.

Yalnızlık, konuşma gereği duymayan bir dost gibi, karşımda otuyor. Yalnızlık ile sen yer değiştiriyorsun, seni daha sık görsem, daha iyi bir insan olacağımı düşünüyor ve gülümsüyorum.  Gülümsüyor, “kaderimizde olan kaşığımızda çıkar” diyerek kendimi toparlıyorum. Yanımızda bir dostumuz olunca, karanlıktan kötülük gelmez, yanımda olduğunu biliyorum. Konuşmak ve yazmak, bir yıl sonra geçer demek de yetmiyor, o yılı, ya da yılları yaşamam gerektiğini düşünüyorum.

“Kitaplarda bir sırdaşı olur herkesin. Ama benim sırdaşım yok. Söyleyeceklerimin hepsini, sana söylemek zorundayım.” Gövdeme sinmiş bir koku gibi, nereye gitsem, seni de yanımda götürüyorum Dağlım. İnsanlar; avukatlar, doktorlar, mühendisler, profesörler, sen, ben, hepimiz…  Gerekli, gereksiz kuralların hepsini bilir ancak bazen tek bir insanın yüreğinde neler olup bittiğini bilmeyiz. Bize lazım olan “bir insan” ile başlayıp hayatın yüreğini hissedebilmek ve çabalamaktır, dua etmektir, “bir insanın” elini sımsıkı tutabilmektir.

Karmakarışık ve savruk yazdığım farkındayım. Kendime olan öfkemin yanında senin hasretin, doğal olarak yazdıklarıma yansıyor.

Yalanlarıma, mutsuzluklarıma, haksızlıklarıma, sorumsuzluklarıma, berbat ettiklerime pişman olabilirim… Ancak şuan ölmek üzere olsam bile seni sevdiğime asla pişman değilim. Yazar ne güzel söylemiş: “Ölmeye hepimiz katlanabiliyoruz; bizim asıl katlanamadığımız yaşamak.”

Birine “sensiz yaşayamam” dediğimiz zaman, ‘senin acı çektiğini, mutsuz olduğunu, yoksul kaldığını bilerek yaşayamam’ deriz aslında, bunu demek isteriz, ölümü çağırmayız. Sensiz yaşamak istemiyorum!

Dokunduğun şeyi altın yapmadığını ancak darda kalanın, morali bozulanın, acı çekenin de sana koştuğunu biliyorum. Dokunduğun altın olmuyor, dokunduğun sakinleşiyor. Biliyorum ki elinde ve gönlünde nice gizli merhemler var, sevdiklerin ve hatta sevmediklerin için. Dağlarda herkesin kendine lazım olan bir otu, bir manzarayı, bir soluğu bulması gibisin… 

Bu aralar, sık sık, aynı rüyayı görüyorum: Bir ışık selinin içinde, dağların, tepelerin, küçük göllerin üzerinden, bazen bir bulutun ucuna tutunarak güneşe doğru uçuyoruz. Arada yeryüzüne iniyor; yaprakları, fundaları, çiçekleri kokluyor ve yine uçuyoruz. Hayr olsun diyorum!

Kafam karmakarışık. Kendi dertlerim kalbimi ezen bir el gibi. Bu aynı el parmaklarının arasında kalbimle beraber sanki bir nergis salkımını da eziyor. Kederli olmaktan zevk duymuyorum, bilakis, güneş batarken, altın renkli bir sessizliğin içinde, el ele, oturduğumuzu düşlüyorum. “Hayattan aldığımız derslere sonradan minnettar olsak bile, öğrendiğimiz esnada o kadar üzüntülü oluruz ki hiç kıymet bilmeyiz! Unutkanız, ibret almıyoruz ve nankörüz Dağlım.

Camı açıyorum, soğuk ancak diri, senden ve bütün dünyadan uzak oluşumu hatırlatan bir rüzgâr doluyor içeriye. Gecenin mert kokusunu içime çekiyorum.  Karanlıkta acı çekmenin gün ışığında acı çekmekten zor oluşunu yaşıyorum. Buradayım… Bu benim kaderim… Sen yoksun.

Kalp yolu ile beklemenin ve sabretmenin getirdiği olgunluğu aşk sayıyor, aşkın bizi büyüttüğüne inanıyorum.

Seciye ve şahsiyet sahibi, iyi yürekli insanlar olmak zorundayız Dağlım.

Sen ki ekmek içi kadar yumuşak ve merhametlisin…

Ellerin ve ömrün nergis koksun.

Allah esirgeyen ve bağışlayandır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi