MİSAK-I MİLLİ’YE SAHİP ÇIKMAK
Geçtiğimiz hafta MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli TBMM Parti Grubu Toplantısında Misak-ı Milli’ye kayıtsız, şartsız sahip çıkınca bende karmaşık duygular oluştu. Bahçeli’nin iyi niyeti konusunda kuşku duymamama rağmen, şimdiye kadar en azından resmi ağızlarda niçin bu Misak meselesine her daim sahip çıkıp, hiçbir surette laf ettirmediğimizi anlamakta güçlük çekiyorum.
Misak-ı Milli konusunu, o günün şartlarında belki mazur görülebilecek, ama ‘ölüm gösterilip, sıtmaya razı bırakıldığımız’ bir olay olarak değerlendiriyorum. Zira tarihin ondan önceki hiçbir döneminde bu sınırlar bizim sınırımız olmadı. Etki ve ilgi alanımız hep onun ötesinde idi. Irk ve din kardeşlerimiz bu coğrafyanın çok daha fazlasına taşıyor. İstesek de bunun içine sıkışıp, kalamayız.
Misak-ı Milli Kıbrıs’ı kapsamıyor, mesela. Misak ‘takıntımız’ nedeniyle Balkanları, tarihsel olarak bir türlü yıldızımızın barışmadığı milletlere, bırakmakta bir beis görmemişiz. ‘Ana gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz’ dememize rağmen Bağdat’a dönüp bakmamışız bile. Hadim-ül Haremeyn olan Halife ve tebaasının kutsal toprakları İngilizlere bırakmaya rıza göstermesi de olacak iş değildi.
Türkiye Misak-ı Milli’yi tartışmıyor, ama mutlaka tartışmalı. ‘Emperyalist olalım, başkalarının toprağına göz dikelim’ demiyorum. Ancak, ‘sınırlarımız ve etki alanımızın farkında olalım’ diyebilmemiz gerekiyor. Suriye sınırı tabii sınırımız değil; Yunanistan ve Bulgaristan da aynı şekilde. Sonuçta sınırın öte tarafında yaşayan insanların etnik kökenleri ve inanç değerleri bu tarafından farklı değil.
Son günlerde tartıştığımız Osmanlıca öğretilmesine karşı çıkmaları nereye koyacağız? Osmanlıca ayrı bir dil değil, öz dilimiz. Muhtemelen Misak-ı Milli öncesini hatırlattığı için eleştiriliyor. Kökenlerimizi hatırlattığı için birilerini rahatsız ediyor. Şiddetle karşı çıkan kesimlerin kim olduklarının araştırılması gerektiğine inanıyorum: Neyi saklamaya çalışıyorlar? Neden kaçıyorlar?
Sınır ötesi coğrafi anlamda da farklı değil. Plevne Edirne’den, Gümülcine Lüleburgaz’dan ayırt edilemez: Aynı bitki örtüsü, aynı üretim deseni ve aynı iklim şartları. Meriç’in ötesi - berisi aynı.
Asıl tehlike ve sınırlamanın zihinlerde olduğunu düşünüyorum. Karadeniz’i ‘çırpındırırken’ Kırım’dan ne kadar da kolay vazgeçmişiz. Diğer etnik kökenlerden olan ama yüzyıllardır beraber yaşadığımız insanlardan ne kadar çabuk ayrılmışız.
Uzunca süre sınırın ötesinde ne olduğunu bilmeden yaşamak çok yanlış(tı). 1960 öncesinde ‘Kıbrıs ilgi alanımızda değil’ diyen Dışişleri Bakanlarımız olmuş. Ama, ne zaman ki ‘öte’ tarafta sıkıntılar ortaya çıkmış, mesela Kıbrıs’ta ‘Kanlı Noel’ veya 1980’li yıllarda Bulgaristan’da zulümler yaşanmış, o zaman kardeşlerimizi hatırlamışız.
Bu tabii ki çok yanlış bir tarih anlayışı, çok problemli bir bakış açısı. Yüzyıllara dayanan sorumluluklarımıza bir anda sırt çevirmemize neden olan şartların ne olduğunu sorgulamamışız. ‘Türk’, ‘Türkçe’ gibi kavramlara vurgu yapılıyor zannetmiş, Ezanı bile ‘Türkçeleştirelim’ deme garabetini göstermişiz ama ne Türk’e ne de Müslümana ilgi duymuşuz.
21. YY önceki iki asırda gösterilen zafiyeti tersyüz edecek potansiyele sahip. ‘Pespaye’ milletlerin oyuncağı olmakla kalmayıp, onları hep bugünkü durumlarındaki gibi muktedir zannettik.
Türkiye artık, her anlamda, kabuklarını kırmak zorunda. Daha fazla insan ‘sınır ötesini’ ziyaret ediyor. Oralarda da kardeşlerimiz bulunduğunu ‘keşfediyor’. Konya, Kayseri veya Sivas’ın Üsküp’ten, Kavala’dan kültür, değer ve tarih açısından farklarının olmadığını görüyor.
Bütün bunları düşününce Misak-ı Milli lafzını aslında ağzımıza bile almamalı, o günün şartlarında kabullenilen ‘arızi’ bir durum olarak değerlendirmeliyiz. Hele hele ona ‘yapışıp, kalmak’ uygun değil.
Balkan, Ortadoğu ve Kafkas vurgumuzun asıl nedeni bu. Öncelikle ‘kafalardaki bariyerleri aşmamız gerekiyor’ deme nedenimiz bundan. TRT bile buraları yeni keşfediyor. Belgesel kanalı yenice buralara yöneldi.
Kamu, özel, sivil bütün güçler bunu fark etmek zorunda. Belediyeleri eleştirme nedenimiz de bu zaten. Kafa karışıklıklarını aşmak durumundalar.
Filistin, Tunus, Bosna Hersek hatta Gagavuz yurdunda kardeş şehirleri bulunan Selçuklu Belediyesi’ni tebrik ediyoruz. Büyükşehir belediyesinin Bosna Hersek ilişkilerini takdir ediyoruz. Ama başka coğrafyalara duyulan ilgiyi anlamakta zorluk çekiyoruz. Hele Çin ve Japonya merakı anlaşılır gibi değil. Toplumda bir karşılığı yok.
Sivil toplum Balkanlar ve Ortadoğu’ya artık daha fazla gidiyor. Mesela, şehrimizin marka değeri yüksek STK’sı, Mehir Vakfı bu manada çok anlamlı ve muazzam çalışmalara imza atmaya devam ediyor. Filistin ve Karadağ’da düğün yapabilmek, doğrudan sonuç odaklı ve etki meydana getirici güzel işler. Bu faaliyetler bölgeyle kardeşlik münasebetlerimizin geliştirilmesinde inanın o kadar büyük katkılar sağlıyor ki, etkileri anlatılamaz bile.
Misak-ı Milli meselesi bizi nerelere götürdü...
Konu, Türkiye’nin kabuklarını kırması açısından çok önemli.
Üstadın tasnifi ile ‘çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür’ dönemlerinden tekrar ‘yükseltici aşk’ mecrasına geçilebilmesi için bu şart.
Bunu da toplum olarak, topyekûn bir şekilde yapabiliriz.
Büyük düşünürsek, büyük hareket edebiliriz.