Musab Seyithan
Musab Seyithan Mezhepler, ayrıştırma aracı değil, zenginliktir

Mezhepler, ayrıştırma aracı değil, zenginliktir

Mezhep, bir usul dairesinde takip edilen yol demektir. Her dinin ve ideolojinin, değişik metotlarla kendini ifade etmek için bir yol edindiği, inkâr edilemez bir gerçektir. Bu, yadırganacak bir şey değildir, doğal bir hadisedir.

Olaya İslam noktayı nazarından bakarsak:

1-Bazı hükümler için nass/ayet ve hadis getirilmeyip sükût edilmiş ve mevcut nassların ışığında anlaşılmaya çalışılması için müslüman akıllara havale edilmiştir.

2-Hükümleri ortaya koyan nassların ifade biçimleri genellikle, birbirinden farklı birçok anlayışı, görüşü ve ictihadı bünyesinde barındırabilecek surette geniş ve esnektir. (Yusuf el-Karadavî, İhtilaflar Karşısında İslâmî Tavır, s. 89)

Yani herkes tarafından aynı şekilde anlaşılacak kadar açık-seçik ve muhkem olan bir kısım ayet ve hadisleri istisna edersek, nasslar, genel hatlarıyla birden fazla anlama gelen lafızlardan seçilmiştir. Yani bizzat Allah, değişmez hükümlerin dışında, değişime elverişli konularda kullarının fikir egzersizi yaparak tartışıp ortak akılla yollarını bulmalarını istemiştir.

Zira İslam’ın bir değişenleri vardır bir de değişmeyenleri. Muhkem nasslarla ortaya konmuş olan hükümleri tartışamayız. Mesela Ramazanda oruç tutulmalı mı tutulmamalı mı? diye tartışamayacağımız gibi, kıblenin Kâbe olduğunu, beş vakit namazı, zekâtın ve cihadın farz oluşunu, içki, kumar, zina ve hırsızlığın haram oluşunu tartışamayız. Bunlar “Zarûrât-ı Diniyyeden”dir. Yani dinen inanılması ve imkânlar ölçüsünde yapılması gereken emir ve yasaklardır. Bunlar dinin maksatlarıdır. Çünkü dinî hükümler “MAKÂSID” ve “VESÂİL” olmak üzere iki kısımdır. Dinin vesâil/vasıtalar kısmına giren hükümleri; zaman, mekân ve şartların değişmesi ile değişebilir. Çünkü bunlar makâsıd değil, maksada götüren vasıtalardır.

İşte mezhep dediğimiz olay da burada başlar. Yani ictihada açık konular gündeme gelince, farklı yorum ve çıkarımlar kendiliğinden devreye girer. Yeni bir olay karşısında, ayet ve hadislerin genel hükümlerine ters düşmeyecek yeni ictihatlar gündeme gelir. Dün böyle olmuştur, bugün de böyle olmaktadır, yarın da böyle olacaktır. Kıyamete kadar bu böyle devam edecektir. Kimsenin bunun önüne geçme hakkı yoktur. Çünkü Kur’an, belli bir çağa ve sadece o belli çağın âlimlerine inmemiştir. Eğer böyle kabul etmezsek, Kur’an’ı tarihe gömmüş oluruz. O zaman Kur’an’ın kıyamete kadar bâki olacağı iddiamız havada kalır. Her dönemin ehil İslam âlimleri, ondan hüküm çıkarma hakkına sahiptir.

Burada dikkat edilmesi gereken şey; İslam’ın değişime açık hükümleri günümüze adapte edilirken, dinin ana kaynağı olan Kitap ve Sünnet ile bu iki kaynağı referans alarak hüküm çıkaran müctehid imamların konumları iyi ayarlanmalıdır. Yani kaynakla, kaynaktaki nassları yorumlayan âlimler aynı kefeye konulmamalı; fakih, nass yerine geçirilmemelidir. “Nass ne derse desin, beni mezheb imamımın görüşü ilgilendirir veya sebep, illet ve Makasıdu’ş Şeria/Şeriatın gayesi beni bağlamaz” diyerek taassuba düşülmemelidir.

Evet, işin doğal olanı budur. Doğal olmayanı ve anormali ise, bu farklılıkları bir zenginlik olarak değerlendirmeyip ayrışma ve tefrika konusu etmektir. Farklı düşünmek, inanmak ve yapmanın caiz olduğu, ictihada izin verilmiş bulunan sahada ortaya çıkan ihtilafın, ümmete rahmet olacak yerde zahmet, tefrika/ayrışma, çatışma, düşmanlık olmasının sebebi; hıyânet, cehâlet, menfâat ve taassuptur. Bu konuda yüce Allah bizi şu şekilde uyarmaktadır:

Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Ayrılığa düşerek fırka fırka dağılmayın.” (3/Âl-i İmran:103)

“Kendilerine apaçık ayetler geldikten sonra ayrılığa düşerek dağılan ve ihtilaf edenler gibi olmayın. Ümmet birliğini bozanlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (3Âl-i İmran:105)

Dinlerini parça parça edip kendileri de fırka fırka olan müşriklerden olmayın. Bunlardan her bir grup, kendi yanındaki ile övünüp sevinç duyar.(30/Rum:31-32)

“Ey Muhammed! Fırka fırka olup dinlerini parçalayanlar ile senin hiçbir ilişiğin olamaz. Onların işi Allah’a kalmıştır, yaptıklarını onlara sonra bildirecektir.” (6En’am 159)

“Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da gücünüz gider.” (8Enfal:46)

Rasûlullah da (sav) “Birbirinizle üstünlük yarışına girmeyin. Birbirinize haset etmeyin. Birbirinize kin beslemeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olun!” (Müslim, Birr, 28) buyurur.

İşte bu talimatlara uyulduğu zaman, ümmet tefrikaya düşmeyecektir. Dolayısıyla Allah’ın emrettiği vahdeti bozup tefrikaya sebep olmak, kimsenin hakkı da değildir haddi de…

Şu bir gerçektir ki, tevhid; itikadî bütünlüğün karşılığı iken, şirk itikadî parçalanmışlığın adıdır. Vahdet de, toplumsal bütünlüğü ifade ederken, tefrika da sosyal parçalanmışlığın ismidir. Yani tevhidi parçalarsanız itikadî şirke girersiniz, ümmetin vahdetini parçalarsanız tefrika dediğimiz sosyal şirke düşersiniz. Tefrika, kin ve düşmanlık temeline dayanan ayrışmadır. Farklı yolları kullanarak hizmet ve fikir üretmek ise, hayırda yarışmaktır, tefrika ile ilişkisi yoktur. Bu sınırı iyi muhafaza etmek gerekir.

Hicri dördüncü asırdan önce halk, dinî problemlerini istediği müctehide sorup aldığı cevaba göre hareket eder, devamlı olarak bir müctehide bağlanmazdı. Âlimler de, mezhep hükümleri ve beşer görüşleri üzerinde değil, Kitap ve Sünnet delilleri üzerinde sebat ve titizlik gösterirlerdi.

Ancak mezheplerin teşekkülünden bir müddet sonra, menfaat ve cehalet, taassubu doğurdu. Artık mutaassıp/fanatik mukallitler, delil üzerinde değil, mezhep üzerinde duruyor, başka mezhepleri kötüleyerek, delili zayıf da olsa bağlandığı mezhebi üstün göstermeye çalışıyordu.

Bu şekildeki mezhep taassubu, hadis uydurmada büyük bir rol oynamıştır. Mezhep ve mezhep imamları hakkında uydurulan bazı hadisler şunlardır:

“Benden sonra bir adam gelecek ki, ona Numan bin Sabit denir, künyesi de Ebû Hanifedir. Allah’ın dini ve benim sünnetim onun eliyle ihya olunacaktır.”

“Ümmetimde bir adam bulunacaktır, ona Ebû Hanife denir, ümmetimin kandili odur.”

“Ümmetimden Muhammed bin İdris eş-Şâfî adında bir adam çıkacaktır. O, ümmetime iblisten daha zararlıdır.” (Bak: Muhammed Sultan el-Mâsumî, İslam’da Mezheb)

Hâlbuki sahih hadisler içerisinde bir mezhebi veya bir mezhep imamını öven ya da yeren hiçbir hadis bulunmamaktadır. Bu konuda söylenen bütün sözler uydurmadır.

İmam Ebu Hanife: “Bir kimsenin, görüşümüzü nereden aldığımızı bilmediği halde onu kabul etmesi veya bizim görüşümüzle fetva vermesi helal olmaz” demiştir. (İbni Kayyım, İ’lamü’l-Muvakkıîn. 2/309)

İmam Âzam başka bir sözünde de şöyle der: “Bir meselede görüşünü sorana bilinen görüşü tekrarla ve sonra o meselede şu veya bu şekilde başka görüşler bulunduğunu da zikret.”

“Bu bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o, hakikate bizimkinden daha yakındır.(Bağdadî, Tarih, XIII/352)

İmam Şafi şöyle der: “Bir söz söylediğimiz vakit onu Allah’ın Kitabı ve Rasûlüllah’ın Sünnetine arzediniz. Eğer onlara uyuyorsa kabul ediniz, uymuyorsa reddediniz ve sözümüzü duvara çalınız” (İbnü’l Kayyim, İ’lamu’l Muvakıîn, 2/361)

İmam Malik; Rasûlullah’ın (sav) kabrini ziyaret esnasında: “Bu kabir sahibinin dışında herkes söylediklerinden tenkide tabi tutulur” demiş ve Allah Rasûlü’nün kabrine işaret etmiştir. (Takuyyiddin es-Subkî, el-Fetâvâ, 1/48)

Görüldüğü gibi büyük imamlarda mezheplerini dayatma söz konusu değildir. Problem, kraldan daha fazla kralcı olan fanatik mezhep taraftarlarındadır. Bize düşen, tarihin belli dönemlerinde düşülmüş olan bu mezhep fanatizmini bir tarafa bırakarak, bu farklılıkların bir zenginlik olduğunu kabul edip “farklılıklara saygılı olma, ittifak edilen konularda beraber hareket edip ihtilaf edilen konularda da birbirlerimize tahammül etme” melekesini kazanmalıyız. Bir mezhebe “bağlı” olabiliriz ama “bağımlı” olamayız. “Mezhepli” olabiliriz ama “mezhepçi” olamayız. Bir fikrin bağımlısı ve fanatiği olan bir kimse, vahdeti değil tefrikayı tetikler ve ümmet birliğine onulmaz yaralar açar. Teemmül oluna!!!

Önceki ve Sonraki Yazılar
Musab Seyithan Arşivi