Musab Seyithan
Musab Seyithan Kriz dönemi sülükleri

Kriz dönemi sülükleri

Her kriz döneminin belli adamları vardır. Krizin durumuna göre, durumdan vazife çıkararak hemen sahne alırlar. Ya televizyon kanallarında veya sosyal medyada yazılı, sesli ya da görüntülü olarak gündem oluştururlar.

Türkiye, 28 Şubat 1997’de siyasî bir kriz yaşadı. Tarihe “28 Şubat Krizi” olarak geçti. Askeri vesayetin hâkim olduğu o günlerde, merhum Erbakan hocamızın Başbakanlığını yaptığı hükümet, daha bir yılını doldurmadan iktidardan indirildi. Başörtülüler kamusal alan dedikleri resmi yerlere ve dolayısıyla üniversitelere alınmadı. Polis zoruyla sürüklenerek üniversite önlerinden uzaklaştırıldı. İşte o dönemde “İslam’da başörtüsü yoktur. Emir değildir. Kur’an, başörtüsünü yakaların üzerine fular gibi koymaktan bahseder” şeklinde başörtüsünü inkâr eden modernist İlahiyatçı Prof.lar hemen ekranlara sürüldü. Özellikle bir proje olarak Marmara İlahiyat Fakültesine dekan atanan Zekeriya Beyaz, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden Yaşar Nuri ve türevleri ve Tarihçi-İslamcı (!) yazar İsmail Nacar, ekran ekran dolaşarak “İslam’da başörtüsü emri yoktur” diye avaz avaz bağırdılar.  

Bu çabanın, halkın ezici çoğunluğunda ve sağduyulu ilim ehli tarafından tabanı yoktu. Adı geçen bu Prof.lar, tam bu ara dönem için biçilmiş kaftan idiler. Biri, terki dünya etti, öbürlerinin esamesi bile okunmuyor. Onları hiç piyasada görüyor musunuz? Ama yeni bir siyasi kriz dönemi oluşsa onları yine vitrine taşıyacaklardır.

Şimdilerde de, Koronadan dolayı millet can derdine düştü. Söz konusu can olunca insanlar manevî kurtuluş reçeteleri arar oldu. Hemen devreye cahil sofular girdi. Toplumda sosyal ve sağlıkla ilgili sıkıntılara panzehir olmak için, gırtlağına kadar bidat ve hurafe içinde olan merdiven altı tarikatlarının cühelâ takımı, Kâbe ve peygamber soslu rüyalarda reçete üretmeye başladılar. Şeyh Ahmet adlı ara dönem din tüccarı, güya Mekke’de rüyasında Rasûlullah’ı görmüş. Rasûlullah ona  “Bir hafta içinde 7000 insanın öleceğini, ama hiç birinin de gerçek bir Müslüman olmayacağını, son zamanlarda pek çok kimsenin Allah'ın (cc) istediği düzgün ve dürüst işler yapmadığını, bu zamanların kötü zamanlar olduğunu vs.vs.” uzunca bir liste verdiğini anlatır.

Bir diğer sofi Gökhan, “Ben ilim ehli değilim ama iki gün üst üste Peygamberimizi rüyamda gördüm. Bir hastalık yayılacak, çok kısa zamanda Türkiye’ye gelecek ama ben Türkiye’nin yanında olacağım… Sana bu hastalık dokunmayacak. Ben sana bir karışım yapacağım kendi ellerimle, onu içeceksin. Sonra da bunu Müslümanlara tavsiye edeceksin. Bu hastalıktan kurtulmak için bir kavanoza orijinal bal ve küp şeklinde kesilmiş ayvaları, çekirdeği ile beraber bala karıştırıyorsun ve içiyorsun. Sana bu hastalık bulaşmaz… Falan filan”

Bu yazılı ve sözlü sofi yalanları, iyi niyet sahibi fakat Kur’an ve Sünnet cahili birçok Müslüman tarafından mebzul bir şekilde paylaşılmıştır. Tanıdık arkadaşlar da bana göndererek “Bunlar doğru mu hocam?” diye soruyorlar.

Efendiler! Bu bidat ve hurafeci, sahtekârlar kim ki Rasûlullah bunların rüyasına girsin? Bir zamanlar Fetöcüler Peygamberimizi kamyona bindirmişlerdi, şimdi birileri de, hayatlarında Rasûlullah’ın sünneti yerine, uydurdukları bidat ve hurafeleri din edinen bu cahillerin rüyasına indiriyorlar. Dinin sırtından geçinerek semiren bu âdî mahlûklar, dinde olmayanı dine sokan zamcılardır. Bu ümmet iki fitne ile karşı karşıyadır. Birisi, “Kur’an bize yeter” diyerek Peygambersiz bir din inşa etmeye çalışan ve “Kabir hayatı yok, mirac yok, başörtüsü yok kıyamet alameti yok, nüzulü İsa yok, nazar yok, hırsızın elinin kesilme cezası yok, yok, yok..” diyerek dinde iskonto/indirim yapan modernist fitne. Diğeri de, tasavvufu, “Nefis tezkiyesi, ruh terbiyesi” olmaktan çıkararak, dinde olmayanı dinde varmış gibi gösteren zamcı merdiven altı sofileri.

Allah, “İbadeti bana has kılın” dediği halde onlar ibadetin omurgası olan “dua ibadetini” yaparken -kendi tabirleri ile- araya bir sürü trafolar korlar. Yüce Allah; “Kullarım beni senden sorarlarsa söyle onlara ben onlara çok yakınım. Bana dua ettiklerinde dualarına karşılık veririm.” (2Bakara:186); “Biz o insana şah damarından daha yakınız” (50Kaf:16) diye buyurduğu halde onlar, “Şah damarını bırakıp şeyh damarından” Allah’a ulaşmaya çalışırlar. Duada silsile adıyla bir sürü zat sıralayarak protokol uygularlar. Hâlbuki yirmi üç yıllık peygamberlik hayatında Rasûlullah (sav), Allah ile kulları arasındaki aracı, vurguncu ve tefecileri ayıklama mücadelesi vermiştir.

İşte bunların ikisi de ümmetin yakasına yapışmış sülüklerdir. Ümmet, bu sülükleri yakasından söküp atmadıkça “Sahih İslam” anlayışına ulaşması mümkün değildir.

Öncelikle cahil sofiler bilmelidir ki, Rasûlullah, veda hutbesinde, sapıtmamanın adresini vermiştir: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara tutunursanız sapıtmazsınız. Onlar Allah’ın Kitabı ve benim sünnetimdir.” (Malik, Muvatta, Kader 3) buyurmak suretiyle ümmetini uyarmıştır. “Zaman zaman, özellikle kriz dönemlerinde sofilerin rüyasına girer, onlar aracılığı ile talimatlar gönderirim” notunu düşmemiştir. Öyle bir şey olsaydı, -tarihçilerin verdiği bilgi doğru ise- Cemel savaşında on bin, Sıffin savaşında doksan bin sahabe ve tabiinden Müslümanın öldüğü o fitne ve kriz günlerinde Rasûlullah (sav), Hz. Ali’nin ve Hz. Aişe validemizin rüyasına girer ve onları uyarırdı. Onun dünya ile ilgili görevi bitti. Uyulması gerekenleri yaşayarak gösterdi. Gerisinden kullar sorumlu. Hem de rüyalarla amel edilmez. Rüya dinde delil değildir.

Rasûlullah (sav) Rabbine kavuşmuştur. Sünneti ile aramızdadır. Allahu Teâlâ, Kitabında “Kendinizi ellerinizle tehlikeye atmayın” (2Bakara:195) buyururken Rasûlullah da  "Bir yerde bulaşıcı hastalık ortaya çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde bulaşıcı bir hastalık ortaya çıkarsa, oradan da çıkmayınız." (Buhârî, Tıb 30; Müslim, Selâm 100) demek suretiyle Korona virüse karşı nasıl önlem almamız gerektiğini ortaya koymuşlardır.

Bu işler, uydurma rüyalarda yapılan bal-ayva karışımları ile önlenecek konulardan değildir. Sağlık uzmanlarınca söylenenlere uymak zorundayız. Bize düşen gerekli tedbirleri almaktır. Bütün bunlara rağmen ölümümüz Koronavirüsten ise “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” teslimiyeti göstererek sonuca razı oluruz. Rasûlullah’ın (sav); “Tâun hastalığı/bulaşıcı hastalık, Allah Teâlâ’nın dilediği kimseleri kendisiyle cezalandırdığı bir çeşit azaptır. Allah onu mü’minler için rahmet kıldı. Bu sebeple bulaşıcı hastalığa yakalanmış bir kul, başına gelene sabrederek ve ecrini Allah’tan bekleyerek bulunduğu yerde ikâmete devam eder ve başına ancak Allah ne takdir etmişse onun geleceğini bilirse, kendisine şehit sevabı verilir.” (Buhârî, Tıb 31; Müslim, Selâm 92-95) müjdesine mazhar olarak Rabbimizin huzuruna gideriz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Musab Seyithan Arşivi