İbrahim Çolak
İbrahim Çolak Karşımda otur da varsın çayım soğusun

Karşımda otur da varsın çayım soğusun

        Kendinden kaçan, kendine yetmeyen insanı hangi kalabalık doyurur ki Dağlım? Birbirini teklifsiz seven iki insan, ruh iklimini vatan yaparken birbirini hissedemeyen yüzlerce insanın bir arada olması içimizdeki çölü büyütmekten başka neye yarıyor? Günün her anını bir şekilde doldurma gayretkeşliğinde olan insan ne zaman kendi başına kalır da aynaya bakar? Sahi ne zaman?

        Kaçamadığımızda şikayet cümleleri, kaçamadığımızda anlaşılmadığımızı düşünmek, kaçamadığımızda anlaşılmadığımızı düşünmek, kaçamadığımızda kendini derin bir boşluğun içinde bulmak neyin ifadesidir?

        Bize bahşedilmiş bulunan hayatın içine ne kadar şükür koyuyoruz? Koca bir hayatı, sözde sevgilerin ve gönüle gelmez işlerin peşinde heder etmek neyin nesidir Dağlım?

        Acısını yaşamayı bilmeyen, acısını pazarlayan, acısını abartan… Çektiği acıya hayranlık duyulmasını beklemek sevmek mi oluyor Dağlım?

        “Bir kelebeği kovalayan akıllı bir insan, arazi müsait değilse ne kadar uzağa gider ki?” Kelebeğin uçup gitmesi bir yana, çayırlar kurumuş ve ısrarla beklemek vefa mı oluyor Dağlım?

        “İnsan, en sevdiğinde vermedikçe vermiş olamaz. Nasıl sevgi istiyorsak ondan daha güzelini vermeliyiz.” Hesapsız sevmek zordur ancak zenginliktir. Genel manada fukaralığımız bundan sanırım. Gülümsemelerimiz fakir, sözlerimiz sızılı, kibirli bir yalnızlığa kürek çekiyoruz.

        Çinlilerin şöyle bir sözü var: “Hiçbir çekirdek bastırmadan yağ vermez.” Hem sıkıya gelmeyecek hem yağ vereceğiz öyle mi? Yüksek ateşte pişip de seramik olan toprağa baksak bize ne çok şey söyler değil mi Dağlım?

        Sahiplenmeyi sevgi sayanlara göklerde özgürce uçan kuşlara methiye dizmeyi bırakın demek istiyorum. Ah Dağlım. Özgür değiliz ve özgür olmayan insanların sevmesi, demirin üzerine eldiven giydirmeye benziyor.

        Başkalarını suçlamaktan canımız çıkıyor! Oysa bilinir ki, her ne olursa olsun, bizler kendimize yakışanı söyler, kendimize yakışanı yaparız. İşte belki bunun içindir ki ben de bana yakışanı söylemeye, yazmaya çalıştım. Kabul buyur!

        Abanoz siyahı gözlerinde şiir saklarken sevdim ben seni. “Günün ışığı yüzündeydi, bana öyle geliyordu. Bakışların beni iyiliğe boğuyordu.” Yalnız sana has hanımeli kokulu bir bakışın, çiçekli yaylalara benzeyen gülüşün vardı. Susuyordum çünkü konuşmaya başlarsam saçmalayacaktım. Susuyordum çünkü yüzüne bakmak konuşmaktan güzeldi.

        Ellerine bakıyordum, mimiklerine, sanki kanatlarını birbirine vurarak oynaşan serçelere benziyordun. Sen gülümsemeye devam ettikçe düşüncelerimin sırası bozuluyor, “aşk bize cennetin neye benzediğini görme şansı verir” cümlesini hatırlatıyordum.

        “Diyelim, unutmak kolay

        Ve etrafın doludur kelebeklerle

        Bir sabah, bir hayal oluverir

        Bütün pencerelerden geçerim.

        Ama istersen

        İstersen, senindir varım yoğum

        Düşündüğüm ne varsa senin

        Saklamıyorum”

        Sonra dilim ve gönlüm çözüldü. Anlattım. Dinledim. Sormadın. Gözlerin sözlerini yalanlamıyordu. Seni sevdiğimi söylemiştim. “Teklifim cüretliydi. Endülüslerin deyimiyle, omuzlarım ceketimden geniş, sözlerim boyumdan büyüktü.” Seni havada uçan özgür bir kuşu sevdiğim gibi seviyorum demiş ve görünmez ipliklerle kalbime bağlanmış binbir balonla tanımadığım bir mutlulukla susmuştum.

        Elimi tuttuğunda eskilerde kalmış bir merhameti hatırlamıştım.

        “Karanlığın kuşları uçmaya başladı.” Uzun ve içli bir türküdür gece. Şimdi seninle bir çoban ateşine, bir çadıra, bir geceye sığabilirim. Şimdi seninle bir çölü yayla yapabilir, şimdi seninle yağmur toplayabilirim. Şimdi seninle menemen, şimdi seninle burma kadayıf, şimdi seninle acı soğanı ağzımı şapırdatarak yiyebilir, şimdi sana hınzır fıkralar anlatabilirim. Şimdi havlunun arasına koyduğun gül yaprakları. Şimdi seninle akasya ağaçlarının gölgesinde oturmak, şimdi sana Arabacı Temel ile kızı Müşerref’i anlatmak, şimdi seninle “az bana gönder” türküsünü söylemek vardı. Şimdi sesin ılık, şimdi gözlerin sabah. Şimdi içli ve onurlu bir suskunluğu paylaşıyoruz. Şimdi kalbini hissetmek hüzünlü, hasreti bol kalp genişliğidir. Şimdi bir güzel kuşsun sen az bulunan, hangi dala konsan çiçek kesilir.

        Şimdi kucak dolusu nergisi bastırıyorsun göğsüne, çiçekler kalbin oluyor.

        “İçimde, koşuşan atların nal sesleri.” Damarlarıma yürüyen gizli bir sevinç. Yazılmamış bir türküye ses veren gülümsemen.

        “Beni bu kadar sevincin ortasında yapayalnız koyup gidecek misin Dağlım?”

        Sen gel, yeniden gel, karşımda otur da varsın çayım soğusun. Kalbim sana teşekkür ediyor Dağlım.

 

 

        1.Gün

        Seni sevmek, nokta koymayacağım bir uzun cümledir Dağlım.

        Onlarca deftere çalakalem yazdığım notlarım, görüp de üzerine düşündüklerim, sana olan hasretimi -azaltması bir yana- çoğaltan duygusal satırlarım… Okuduğum kitaplardan altını çizdiğim satırlar, bazen bizzat yaşadığım, bazen bana anlatılan küçük fakat güzel hikayeler… Kabul edersin ki bütün bunları bir mektuba sığdırmam mümkün değil. Yine de uzun olduğu kadar dolu bir mektupla son vermek istiyorum satırlarıma.

        Dinliyorum, soruyorum, konuşuyorum, hissetmeye çalışıyorum. Bazen değil çok zaman bir insana, bir olaya, bir sohbete gönlümle, hislerimle yaklaştığımda sanki yeniden tanımaya başlıyorum sevmeyi, insanı ve hayatı. Kötüler, kötülükler yok mu, var elbet. Var da kötüleri başkaları yazsın Dağlım. Ki zaten kötüleri, olumsuzu yazmakta yarış halinde olanlarla yarışacak halim ve isteğim de yok.

        Her akşam evime vardığımda, yenilerde ektiğim çiçeğin bana söylediklerini çok insandan duymuyorum. Çiçek dedim de, bir adı da Müge Çiçeği olan İnci Çiçeği’ ne Bulgarlar “Mominasilza” yani “genç kızın gözyaşı” derlermiş. Senin gözyaşların hangi çiçeğe su veriyor Dağlım?

        Dudaklarımda “Mektup” türküsü, oturmuş sana yazıyorum. Ne diyordu yaşlı Laz kadını: “Yedi türlü çiçek var, hangisine benzersin.” Ah bu türküler Dağlım, ah bu Neşet Ertaş.

        Bazen sende de oluyordur, ruh üşümesi gibi bir hissin içine düşüyorum düşmesine de sonra bana verilen nimetleri düşündüğümde başım önüme eğiliyor; mahcup oluyor, kendimi nankör buluyor ve yeniden şükürle buluşuyorum. Rabbim bizleri şükürden uzaklaştırmasın Dağlım.

        Sana bakıyordum, güzeldin, coşku vericiydin, varlığını benliğimin derinliklerinde duyuyordum. Seninle bir araya gelince, “her keresinde binlerce ses aynı anda telefonla konuşuyormuş gibi oluyor, ama sonra yanlış bağlantı kurulmuşçasına hepsi birden ansızın kesiliyordu. O zaman da kendimi bir türlü toparlayamaz oluyor, bundan da ortaya karmakarışıklık çıkıyordu.”

        “Rüzgarın bir esip bir kesildiği, yağmurun sağanak halinde biraz yağıp ardından güneşin çıktığı bir gündü. Havada tam bir düzensizlik vardı. Bir saat mart oluyor, öteki saat nisana dönüyor, sonra birazcık mayısla haziran araya giriyordu.”

        “Başımızın üzerinde yapraklar hışırdıyordu. Sen benim gençliğimsin dedim. Bunu şimdi anlıyorum. Sen sevgiye ait her şeysin. Bir şey de, öteki şey de sensin, pek çok şey de sen. İnsanın ancak elinden kaçıp gittiği zaman ne olduğunu anladığı şey de sensin.”

        Dağlım elimden kaçıp gidecek mi diye düşündüm. Neler söylüyordum. Ona herhangi bir zaman sahip olabilmiş miydim? Öyleyse ne diye elimden kaçsın.

        “Seni seviyordum, bilinmeyen bahçelere açılan büyük bir kapıdan çıkar gibi bu duygu içimden fışkırıyor; bu duyguyu tam olarak anlamıyor, şaşırıyor ve söylediğim bu kocaman sözlerden dolayı da utanıyordum. Ama sözler yine de paldır küldür ağzımdan çıkıyor, yankılanıyor ve bana sormuyorlar bile. Sanki içimde tanımadığım birisi konuşuyor. Seni seviyorum, sen ki çiçeklerin susayıp susamadığı işitebilensin.”

        Ah, hep o senin nar çiçeği gülümsemen yüzünden oluyordu tüm bunlar.

        Yollardayım Dağlım. Aklımda hep şu cümle: Ben seni bütün yollarda ve bütün şehirlerde sevdim. Ya da şöyle: Gittiğim şehirlere çiçek diye seni getireceğim.

        Otobüs son sürat geçenin içine doğru ilerliyor. Yüküm yok. Yanımda yalnızca kalbim, anılarım ve düşlerim.

        Maçka’ dayım Dağlım. Dağlara doğru bakıyorum, gözlerim yaşarıyor. Bu dağlar ki senin adın olmuştu. Bu dağlarda kaybolmuş, bu dağlarda bulmuştuk birbirimizi.

        Hani nisan yağmuru, hani adını gönül kokusu koyduğumuz çiy tanelerini toplamıştım sana. Maçka’nın derelerinde yüzümüzü yıkamıştık sürme niyetine. Ah, kınalı avuçlarından su içtim ya, bir daha hiç susamadım Dağlım.

        Düşler ve kelimelerle avunuyor insan, geçiştiriyor. Oysa gerçek içimizde öylece duruyor. Gönlümüz öksüz, kollarımız yetim.

        Hasretle salınıp duran bir çiçek gibi beni bekleyişini, beni dağlara çağıran gözlerini, bir bahar sabahı bana doğru düşmekle koşmak arası yürüyüşünü tarif ederken akıl çaresiz kalır da gönül hisseder.

        Özlemiştim. Ağlamaklıydım. Sarıldım, bir daha sarıldım. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Sonra kollarımdaydın. Hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlıyordun. Öylesine yoğun bir sevinç bir ferahlık içindeydim ki, bu bana sanki acı veriyor gibiydi. Irmağın kenarındaki bir kütüğün üzerine oturduk. Konuşamıyorduk. Mutluyduk. Başımız önümüze eğikti. Nefes alışlarımızı duyuyor, sahilde eriyen dalgalar gibi anın tadını çıkara çıkara sakinleşiyorduk. Elini tuttum, gözlerimi yumdum, içli bir sazın nağmesi gibi sustum.

        Sonra usulca sordum: “Irmak gözlerini yumar mı biz öpüşürken?”

        “Bazen bir öpücük ne çalınır ne koparılır. Dürüst bir borçlunun borcunu ödemesi kadar sade, doğal, içten ödenir.” Bana ne çok borcun vardı Dağlım.

 

 

        2.Gün

        Geceyi ne gündüzü, sevgiyi, seni, merhameti, türküyü var edene şükürler olsun. Say ki birazdan sokağınızdan geçecek ve bir çift beyaz güvercini gökyüzüne salacağım.

 

 

        3.Gün

        Kaç gündür dedemin evinde kalıyorum. Yanımda epeyce bir kitap ve notlarım var. Gün oluyor ki evden hiç çıkmıyor, gün oluyor ki eve hiç girmiyorum. Eve girmediğim günlerde, daha çok dereye iniyor, sonra dere boyu köyün üst tarafına doğru yürüyorum. Mevsim kış, toprak soğuk. Ateş yakıyor ve kısacık uykuların içine bırakıyorum kendimi.

        Sağ yanım dağlar, sol yanım Maçka. Maçka seni sevmek, Maçka seni özlemek oluyor. Gönlümde etamin işleyen sözlerin, kilim desenli sohbetin; muhabbet nakışlayan bakışlarını özlüyor ve anıyorum. Bana gönderdiğin, orman manzaralı kartı yanıma almıştım. Kartın arkası yazılıydı da uzun zaman yalnızca orman manzarasına dalıp gittim. Sonra kartın arkasını çevirdim ezberlenmiş ve ancak bıkmadığım bir heyecanla. Ezberlediğim üç cümle, üç uzun, üç gönül damlası cümle yazmıştın. “Trabzon üstü Maçka/ Benim sevdiğim başka, türküsünü sen mi yazdın?” diyor, beni şımartıyordun. Sonra, beraber alıp okuduğumuz kitaptan bir cümle vardı. “Ben bir çiçek olsaydım eğer, bir tutam fesleğen olurdum mutlaka.” Fesleğenin bana annem, bana sen olduğunu biliyordun. Ki zaten kışın nergis, ilkbaharda iris, dört mevsim fesleğen oluyordun.

        Bazen, “Özledim, senin yazdığın harfleri kirpiklerine benzetiyorum.” gibi güzel cümleler kuruyorum. Sonra içim acıyor. Sonra sırt üstü uzandığım toprak, sonra dünyaya kapalı düşlere açık gözlerim, sonra saçımı okşayan elin… Sonrası yok.

 

 

        4.Gün

        Herkes kendince sabırlı, herkes kendince güzel, hepimiz kendimizce seviyoruz.

        Bunu öğreneli, o zaman diyorum, o zaman ben ne kadar sabırlıyım, güzelim ve seviyorum.

        Şimdi, bu düşüncemi yazarken ya da konuşurken kolay olan uygulamada kolay olmuyor. Alınganlıklarım var, içimden çabuk küsüyorum.

        Bir kötü haberin ardından iyi bir haberin geleceğine inanmak, bunu unutmamak ve her halükarda şükürle yaşamak gerek, buna inanıyorum.

        Ağaç olduğunu düşünen meyvesini unutacak. En çok yanıldığım, küskünlüğe düştüğüm yer. Çok zaman, apaçık kullanıldığımı hissetsem bile bana düşen meyvemi unutmak olmalı. Yoksa ağaç olduğumu, ağaç olmak istediğimi söylemem lafügüzaftan başka bir şey olamaz Dağlım.

        “Aşkın, içtiğimiz su gibi, doğal ve temiz olması için özgür ve paylaşılır da olması gerekir.” diyor Lenin hükümetinin tek kadın bakanı AleksandraKollontay. Benim de yıllardır bu kavramları dillendirdiğimi söyleyebilirim. Sevilmeyi kölelik sayan, türbe gibi kapısından ayrılmayan, alçalan, üretmeyen, sahicilikten uzak ilişkiler ve aşklar. Bunca dile gelmesine nispetle hemen hiç yaşanmayan: Aşk.

        Hep başkalarının suçlu, eksik ve hatalı olması da, daha baştan, en baştan kumdan kale yapmaya benzemiyor mu  Dağlım?

        Son zamanlarda çokça verdiğim bir örnek. Suyu bir masanın üzerine döktüğümüzde bile su, kendine akacak bir yol bulur; aşk, dostluk ve arkadaşlık da böyle olmalı. Dışarıdan müdahale olmadan sevdiğimize doğru akmak değil midir esas olan? Kabul, birkaç kez yön vermeyi deneyebiliriz -istediğimiz yöne doğru akması için- ancak su, yani gönlümüz, yani olaylar, yani sözlerimiz, yani kollarımız o yöne doğru akmıyorsa ısrarcı olmanın da faydası yoktur. Ancak şu var; bizim duygu, söz, gönül ve kollarımız akıyor ve suyun vardığı yerde çamur oluyorsa bu da işe yaramaz. Suyun vardığı yerde çimen, suyun vardığı yerde çiçek açmalı.

        Çocukluğumuzda kırdığımız camlardan, bulduğumuz misketlerden, uçurduğumuz uçurtmalardan, yolculuk yaptığımız araçlardan, giyilmekten eskimiş elbiselerimizden, gazoz içtiğimiz şişelerden, uyuduğumuz çarşaflardan, karaladığımız defterlerden, geçtiğimiz sokak ve şehirlerden, kolumuza girenlerden, bakışlarımızın kaldığı manzaralardan, sebepli sebepsiz döktüğümüz gözyaşlarından, aştığımız eşiklerden, utanmalarımızdan, coşkularımızdan, başarılarımızdan, yüzümüze sıcaklık yayan düşlerimizden, kaybettiklerimizden, bulduklarımızdan, okuduğumuz kitaplardan, gönlümüze değen türkülerden, yediğimiz yemeklerden, düğünlerden, cenazelerden, yazdıklarımızdan daha çok yazmadıklarımızdan, üşümelerimizden, kıskançlıklarımızdan, duyduklarımızdan, duyduğumuz ancak duymazdan geldiklerimizden, anladıklarımızdan ve anlamaz göründüklerimizden, bayramlıklarımızdan, korkularımızdan, gölgelerimizden, en çok da unutamadıklarımızdan ve sevdalarımızdan bir sonuç çıkarabilsek… Ya da hiç…

        Dışarıya çıtım, soğuk ve parlak bir gece. Dilimde “O Şarkı” türküsü. Çayım, sigaram, efkarım. Bundan iyisi senin yanın Dağlım!

 

 

        5.Gün

        Belki de yalnızca gözlerimizdir bizi buluşturan. Çünkü daha çok, daha uzun, daha mahrem konuşmak için icat ettiğimiz ‘kitle iletişim araçları’ bizi daha fazla yalnızlaştırmasının yanın da daha riyakar kılıyor. Hissetmek yoksa aşk da yok!

        Bir yabancıyla, ansızın, çok yakın olmak, ona bütünüyle güvenmek ne kadar garip. Bu ruhların birbirini bulmasından oluyor herhalde. “Bana öyle geliyor ki kendi ruhumuzu kaybedip bir başkasının ruhunda yaşamak istiyor gibiyiz. Bu duyguyu ne anlatabilir ne de açıklayabilirim.”

        “Aşk korkutur, aşk muhteşemdir ve işte bunun için inanılmazdır. Aşkı bulanlar çok zaman bunu kendilerine bile itiraf etmeye cesaret edemez.”

        Niğde’nin bir dağ köyüne gitmiştim. Köyün adını hatırlamıyorum. Daha doğrusu köyün bendeki adı Bismillah! Gece, köyün kahvesinden çıkmış misafir olarak kaldığım eve doğru gelirken, beni ağırlayan arkadaşa, gecenin içinde bile ihtişamıyla duruveren dağı göstererek, yürüyelim mi diye sormuştum. Durduk, yüz yüze döndük. Ay ışığının izin verdiği ölçüde göz göze bakıştık bir süre. Birbirimize bakıyor gibiydik de zihnimizde başka başka düşüncelerin olduğu belliydi. Ev sahibi arkadaş, uzayan sessizliği, “O zaman ‘Bismillah!’ diyelim.” diyerek bozmuş, dağa doğru adım atarak, evet yürüyelim demişti. O gece neler konuştuk, neler gördük, hangi türküleri söyledik?.. Bunları da bir ara yazarım Dağlım. Ancak yine o gece yürüyüşümüz içinde arkadaşım bana başka bir hikaye daha anlatmıştı. Karın ve soğuğun hüküm sürdüğü bir Ankara sabahına beş parasız uyanmıştı. İlaç alması gereken bir çocuğu vardı. Gözleri ve gönlü yanıyordu. Elinde yalnızca kızartıp satabileceği kestanelerle, her şeyi kapsayan ve kuşatan “Bismillah” vardı. Abdest alıp bismillah diyerek evden çıkmış, bir daha asla tekrarını yaşamayacağı şeyi o gün yaşamıştı. Elleri dona dona kızarttığı kestaneleri iki saat içinde satmış; birkaç ilaç parasını cebine koyarak, şükrederek evine dönmüştü. Dağın tepesine varmamıza az kala gün ışımaya başlamıştı. Dünya var olalı beri tertemiz akan bir pınarda abdest alıp namaz kılmış, sonra birbirimizden habersiz dünyaya doğru yüksek sesle bağırmaya başlamıştık: “Bismillah!”

        İşte böyle Dağlım. Dün olduğu gibi bugün de nasip olursa yarın da sana doğru yürürken bismillah diyeceğim. 

        Şimdi sana bir kucak dolusu beyaz ve sarı kasımpatı, bana bismillah.

 

        6.Gün

        Güneşli ancak serin bir gün. Kitap okumak ve yazı yazmak da gelmiyor içimden. Dün gece saat üçte yatıp sabah altıda kalkmış olduğumdan uyumak istiyorum da uyumak için gecenin, karanlığın beni sarıp sarmalamasını beklemem lazım.

        Sevmeyi mutlu kılmak, sevmeyi şımartmak olarak okuyorum. Sevmeyi özgürlük olarak algılıyorum. Seni şımartabildiysem eğer bil ki sana şımarabilmişimdir Dağlım.

        Bazı kelebekler insan, bazı insanlar da “kalbiyle” tanışmadan ölüyor.  Kelebek için sorun yok, sorun kalbinden uzak yaşamış insanda. Bazen düşünmüyorum değil; yarın ahirette Rabbimiz, “Kulum, kalbini nasıl kullandın?” diye sorarsa verecek cevabım olsun istiyorum.

        Bir firmada çalışıyordum. Kapının önüne çıkmış, sigara içiyordum. Farkındayım, firmamızın başka bir biriminde çalışan kırklı yaşlarda bir bayan uzun uzun -çaktırmadan- beni seyrediyordu. Bir gün, selam verdi, selamlaştık. Tanıştık. Sonra bana birçok “gereksiz” övücü cümle kurdu, hayata, insana dair sorular sordu. Kitap okumak istediğinden ve hastalığından bahsetti… Başım önümde, kısmen de isteksiz bir şekilde, sorularını cevaplamaya çalıştım. Son sorusu, “Bilgelik nedir?” demişti. Gözlerim açıktı da sanki yummuş gibiydim. Aklıma senin bana bakışın, tebessümün geldi. Doğru yanlış, şu cevabı vermiştim: “Bilgelik sımsıkı ve merhametle sarılmaktır.”

        Samsun’dan Mustafa Karaosmanoğlu’nu aradım. Sesi ve dostluğu bana iyi gelen insanlardan. Takıldık birbirimize. Gülüştük. Tazelendik. Ağlamama ramak kalmıştı, “Abi, daha sonra ararım.” diyerek kapattım telefonu.

        Tembelliğim devam ediyor. Ara ara, elimde zorla okuduğum kitap, koltuğumda beş on dakika kestiriyor, sonra uykum açılsın diye usul usul yağan yağmurun altına çıkıyor, ormanlara bakıyorum.

        Bazen takılırım yanımdaki insanlara. Ben çok şımarığım ve bunun da suçlusu annem derim. Şımarıklığı biraz da sevilmek manasında kullanırım. Ki kanaatim hala değişmiş değildir. Suçlu varsa annemdir!

        Sevmek; sevilenin hayatına renk katmaktır, rengini soldurmak değil.

        Ölmemiş ve yaşıyorsam; yapmam, söylemem ve yazmam gerekenlerin olduğuna inanıyorum.

        Bir kişiye olsun bütün içtenliği, bütün ruhuyla sığınamamış, sevememiş insan acınasıdır. Oysa birbirini seven iki insanın gözleri buluştuğunda dünyayı yeni baştan kurabilirler. Öyle sevmeli ve aşkla öyle bir sarılmalıyız ki “yalnızlığımızın kemikleri kırılmalı.”

        T. Reik şöyle diyor okuduğum kitapta: “Ancak verecek bir şeyimiz olduğundan emin olduğumuz zaman aşkı kabul edebilirsiniz. İnsanın kendisi olması cesaret ister.” Ben ilave yapıyorum: Aşk cesaretin ikiz kardeşi. Aşk soylu bir belirsizlik. Aşk: Dağlım.

 

 

 

        7.Gün

        Bu mektup, şimdilik, son mektubum olacak Dağlım. Şimdilik diyorum çünkü gelecek bir yana yarından emin değilim. Nedir ki şimdi varım, yaşıyor ve yazıyorum. Yarın benim değil, yarına ulaşırsam seni sevmeye, özlemeye devam edeceğim.

        Mümkünler dahilinde hesapsız yaşıyor olsam da yine mümkünler dahilinde gelecekte bana bahşedilecek ömrü nasıl doldurmam gerektiğine dair güzel hayallerim de yok değil Dağlım. Nasip olur da “Dağlım”, “yokluğunda defterime bunları yazdım.” adını vereceğim kitabım çıkarsa eğer ve Rabbim ömür verirse bu yılın içinde otobiyografi tarzında değilse de kendimi ilk hatırladığım yıllardan başlayarak askere gidene kadar ki bölümü kapsayacak bir kitap yazmayı düşünüyorum. Yine ayrıca bu yıl içinde, daha önce yayınlanmış, yayınlanmamış öykülerimi de toparlamayı ve kitap haline getirmeyi düşünüyorum. Sürpriz yapar roman da yazabilirim. Sebeplere sarılıp gayret edecek, yazıdan daha çok paylaşıyor olmayı önemseyecek ve nasibimle yüzleşmeye çalışacağım.

        İçimizdeki ateşe kim odun taşırsa taşısın, şayet kendimiz ormandan odun çekmiyorsak o ateş er geç söner. Ben ateş dedim, sen yaşama sevinci, sen coşku, sen tebessüm olarak oku. Mutluluk reçetesini doktorlar yazmaz Dağlım, mutluluğun reçetesini hür, özgür ve kendisiyle yüzleşmiş gönlümüz yazar.

        Gece geç saatlere kadar köyümüzün tepe noktası olan Aktaş’ta eğlendim. Koyu bir karanlığın içinde eve dönerken, korku değilse de gecenin ürpertisini hissettim. Aklıma Zeliş düştü. Cemal, Zeliş’e sormuştu: “Peki, sen neden korkarsın?” diye. “Ben yalnız senden ayrılmaktan korkarım…” Sanki sen Cemal, ben Zeliş olmuştum. Fakat beni bırakmayacağına inanıyor ve korkmuyordum. Korkmak bir yana cesaretimi yenilemiş, ağaçlarla konuşacak kadar neşelenmiştim. Bu halde sabaha kadar yürüyebilir, sabaha kadar konuşabilir, sabaha kadar susabilirdim. Seni sevmek, usul usul denize akmak gibiydi Dağlım.

        “İsmin ne senin?” Susar… “İsmin kum olsun…” derim. Yumuşacıktır o… Dokunduğum her parçası yumuşacık olan, isteyerek, özenle, sevgiyle dokunmak özlemidir… Sıcaklığı… Bir insanın sıcaklığı değildir… Bakarken, yalansız yaşayabilmektir önemli olan… Bakarken, salt konuşmuş olmak için cızırdamamaktır… Bırakmasıdır insanın kendisini, karşısındakine… Ellerini tutarım… Pamuk, kum, dediğim ellerdir bunlar… On yıl, yirmi yıl, otuz kırk yıl tutmak isterim…” Ellerin nergis kokardı ve avuçlarını öperdim.

        Ellerin ki kaderim kadar güzel.

        Delikanlı kahvaltısını geçten geç yapmış, üzerinde eşofmanla çarşıya dolaşmaya çıkmıştır. Gezer dolaşırken vitrinin birinde güzel bir kravat görür. Kendisinin de kravat merakı vardır. Vitrinin önünden kravatı incelemeye başlar.  Kravat iyi ve güzeldir. Yüz lira eder bu kravat diye düşünür. Merakını yenemeyip selam verir dükkana girer. Vitrinde gördüğü kravat için, “Bakabilir miyim?” diye sorar. Esnaf da kravatı delikanlının önüne koyar. Eline alır, kumaşını beğenir ve yanında par olmadığını bilmesine rağmen fiyatını sorar. Fiyatı kırk liradır. Almaya karar verir ve “Üzerimde para yok, bu kravatı ayırırsanız? Akşama kalmaz gelir alırım.” diye bir teklifte bulunur. Dükkan sahibi, kravatı kutusuna koyarak delikanlıya uzatır. “Hayır” der, “Yanlış anladınız sanırım, üzerimde para yok. Ayırırsanız ben birazdan para getirip alacağım.” Esnaf arkadaş, gülümseyerek kravat paketini uzatmaya devam eder. Eh, delikanlı da paketi almaya razı olur olmasına da bari adımı soyadımı, telefon numaramı bırakayım der. Dükkan sahibi ilk defa konuşur: “Gardaşım, bu mal benim, sende alıcısın. Ben kutusuna koydum, sana teslim ediyorum, bu benim adamlığım; sen alırsın, parasını getirirsin getirmezsin, bu da senin adamlığın olur.”

        Hikayeler yalnızca “hikaye” değildir Dağlım. Hikayeler bizim durduğumuz yeri de gösterir. Ne diyeyim, nasıl diyeyim: Sen bana “adamlığını” gösterdin, aldım, gönlüme koydum, yaşadıkça taşıyacağım.

        İçten ve pazarlıksız sevmek kocaman bir ateşe benzer Dağlım. Üşüyen yaklaşır ve ancak çokları yanmaktan korktuğu için üşür de yaklaşamaz.

        Evet, hepimizin yüzlerce hikayesi var. Ancak derim ki sevmekten ve merhametten daha güzel hikayelerimiz olmasın. Gönlümüzü genişleten, sevdiğimiz insanlarla daha sık görüşelim ve onların yüzlerine, gönüllerine, vefalarına ayna diye bakıp gönlümüzü tarayalım, düzeltelim Dağlım.

        Sevmek yanılsamadır ve geriye düşürür. Maharet ve gerçeğin kendisi sevmektir, sevilmek değil. Hatta öyle ki sevildiğimizde değil sevdiğimizde şükrederiz; kalbimiz titrer, insanlara sarılırız, türkü söyler, havalara zıplarız. Sevmek anne, sevmek insan ayarlarımıza dönmektir Dağlım.

        “Bir yabancıyla, ansızın, çok yakın olmak, ona bütünüyle güvenmek ne kadar garip… Bu ruhların birbirini bulmasından oluyor herhalde… Bana öyle geliyor ki, kendi ruhumuzu kaybedip bir başkasının ruhunda yaşamak istiyor gibiyiz… Bu duyguyu ne anlatabilir, ne de açıklayabilirim.”

        Kendimizi düzeltmeyi bir tarafa bırakıp insanları ve daha çok da sevdiklerimizi “düzeltme” çabasına girmemiz ilişkimizi, sevgimizi kötürüm yapıyor. Oysa sevdiğimiz insanın mutluluğundan beslenen sevgilerimiz olmalı Dağlım.

        Uykusuzluktan ve yorgunluktan bitkin sessizce odama dönüyorum.

 

 

        8.Gün

        Dilime türküler, içime hüzün düşüyor. Hasret düğüme benziyor, ben çözdüğümü düşündükçe düğümleniyor. Şimdi hiç konuşmadan dizlerine yatıp uyumak isterdim.

 

 

        9.Gün

        Gönlümde hep yollar ve dere kenarları var. Yayla yollarına vuruyorum kendimi, Zorba’ nın çoban ateşi yaktığı dere kenarında eğleşiyorum. Serseriliğimi, atalarımın gurbetçi oluşuna veriyorum.

        Elimde kitap uyumuştum da uyumamış olmalıyım ki cümleler kuruyordum. Dalgaya kumsal, rüzgara dağ, yağmura toprak: Bana sen…

        Dağlım; bazen bir davranışımı, bir eylemimi, bir sarılışımı, sözümü annem görse, annem duysa ne yapardı diye düşünüyorum. İnsan annesini bilmez mi? Bilir elbet. Annem ki kendi hakkından vazgeçen, iki kişiden biri mahcup olacaksa mahcubiyeti seçen; vermeyi, paylaşmayı sevmek sayan, çeşmeye uzak olsa da yüzünü asmadan kalkıp çeşmenin dibinde oturana su veren ve zaman zaman “Sen salak mısın?” iltifatına da gülümseyen bir insandı. Dur Dağlım! Annemi anlatacak değilim. Demem o ki bazen, şimdi annem görse ne yapardı diye düşünüyor; annemin gülümseyeceği, beğeneceği işler yapmaya çalışıyorum. Unutma ki annelerin “gülümsediği” davranışlarımızın çoğu Rabbimizin rızasına da uygundur.

        Bu kocaman şehirlerde kendi anlamsız koşuşturmalarımıza, can sıkıntılarımıza, servet biriktirme gayretimize, beyhude didinmelere dalmış gibiyiz. Çalışmak için yaşıyoruz sanki. Oysa bizim derdimiz insan, hep daha iyi insan olmak değil midir?

        Bazen, kitapları çok fazla ancak hayatı az biliyor gibiyim.

        Şimdi sana yaşamak şiiri, şimdi sana defne yaprağı, şimdi sana ortasından böldüğümüz ekmek, şimdi sana uğur böceği, şimdi sana satırları çizili okuduğum kitap, şimdi sana yeni tanıştığım bir çiçek, şimdi sana çimenlerin üzerinde yalınayak yürümek, şimdi sana salıncak, şimdi sana küçük bir sahil kasabası sessizliği, şimdi sana aynı bardaktan içeceğimiz çay…

        Şimdi sana yazmak kalbimin heyecanı, şimdi sana yalınayak yürümek isteği, şimdi sana yazmak bir kuş sürüsünün havalanışı göğsümden… Şimdi sana doğru yürürken, şimdi nefesimin kesildiğini hissederken…

        Hepimiz bir çeşme başı arıyoruz, susadığımızda kana kana içmek için. Bir ağaç gölgesi, bir çeşme, bir insan. Sözü az, anlayışlı ve merhametli. Aramak iyi de için bu çeşme, bu ağaç, bu el biz olmuyoruz?

        Hasan Hüzeyin Korkmazgil, bir şiirinin sonunda şöyle diyor:

        “gayrı bize ölüm yok

        kavgayı

        şiiri

        ve seni

        çok seviyorum.”

        Sevgin, hissettirdiklerin kalıcı bir rüyaya benziyor. Yanına fakir geliyor zenginleşiyor, zengin geldiğimde kendimi yoksul hissediyorum. “Bir sevgilinin neşesiyle bir ecenin ağırlığını taşıyorsun çünkü.”

        İnsanın niçin başının öne eğik yürümesi gerektiğini anladığımda başım yukarıda, eksiklerimi ve eksikliğini hissettiğimde aklım başımda, elime kalem aldığımda yazacaklarım heybemde oluyordu.

        Sevmek kolay değil, tanımak ve zaman gerekir deniliyor. Elhak doğru değildir!

        Yani, kırda yürürken gördüğümüz güzel bir çiçek için önce ansiklopedilere bakıp adını ve sonra hangi şartlarda nasıl yetiştiğini öğrenecek ve çiçeğin solmasına yakın da çiçeği sevmeye başlayacağız, öyle mi?

        Hayır, yani benim açımdan hayır, insan önce sevmeye çalışır; çalışır da olmaz ise de nasip der, olduğu yerde bırakır. Ne bizim keyif bağışlayarak bir insanı sevmemiz ne de bir insanın bize ahiret soruları sorarak, sınava tabi tutup seveceğini söylemesi… Kendi adıma söylüyorum: Kalsın!

        Birbirimizi hastalıklı anlayışlarımızla, özgürlüğümüzü kısıtlayarak, açıktan açığa veya dolaylı ifadelerle değiştirmeye, dönüştürmeye çalışarak seveceksek kalsın.

        Seviyoruz yüzümüz asık, seviyoruz sabırsızız, seviyor mutlu kılmıyor, seviyor vermiyor, seviyor keyif bağışlıyoruz.

        Bence sevmeyelim, insan kalalım.

 

 

        10.Gün

        Bugün Trabzon’a indim. Arkadaşlarla buluştuk, Vakfıkebir’e gittik. Dönüşte Akçaabat’a uğradık. Uğramaz olaydık! Ne oldu dersin Dağlım? Arkadaşlar seninle gittiğimiz köfteciye getirdiler beni ve daha da kötüsü şu ki seninle oturduğumuz masaya aldı bizi garson. Kadere inanmak ve boyun eğmek, kaderin bize sakladığı sürprizlere gülümsemek lazım gelir. Epeyce buruk bir halde içimden ve dışımdan gülümsedim de arkadaşlara şöyle dedim: “Bu masada oturduğumuz iyi oldu, manzarası harika!”

        Bazen, sabah uyandığımda annemi arıyor gönlüm. Annem sağ olsaydı arar da şımarır, şımartır ve sonra sorardım: “Sevmek ve özlemek nedir anne?” Sevmeyi kendinden, hüznü başkalarından bile insanlardan yoruldum anne. İnsanlar güçlü ve olumsuzken adaletli de değiller. Ah, saçlarımı okşarken gönlümü de okşayan ellerini çok özlüyorum.

        İki kere yetim kaldım: Bir, annem öldüğünde; iki, sen gittiğinde.

        Üzüleceğiz, ağlayacağız fakat hüznümüzü de abartmayacağız.  Hayat bize bahşedilmiş olandır, heder etmemiz için verilmemiştir. Güzellik vefadan, güzellik adımız, anıldığındaki tebessümden geçer. Çok güzelsin Dağlım.

        Sabahın sekizinde bir kafede oturmuş çay içerken kaldırıma yanaşan arabanın arkasında şu cümleler yazıyordu: “Rüzgar özür dilese de, dal kırıldı bir kere.”

        Balkondayım. Üçüncü kattayım. Toprağa uzak oldukça “merhametsiz” bir ölüm korkusu düşüyor içime. Sanki toprağa yakın hatta toprağın üzerinde oturuyor olsam daha “merhametli” bir ölümle buluşacağım. Yükseklik korkusu değil kibrin korkusu! Kalbimin toprakta attığını ve topraktan uzak düştükçe kalp atışımın zayıfladığını düşünmek gibi.

        Düşler kuruyorum. Muzır, çocuksu, heyecanlı ve sessiz. Sonra yollara düşüyor ve bir çırpıda otuz kırk şehre varıyorum. İnsanlar, hikayeler, yemekler, kaçmalar. Sonra okuduğum ve okuyacağım kitaplar. Sonra kadınlar, hem zehir, hem panzehir. Sonra gerçek hayat. Sonra yorgun bir günün sonunda, çıplak tenimin üzerinden akan ılık su. Sonra yarım duran kitap taslaklarım. Sonra avuçlarını öpeceğim kadının pişirdiği menemene uzanan ekmeğim. Sonra insandan uzak bir yayla evi; ahırda at, kapıda köpek, göğsümde bulutlar. Sonra barbar, hoyrat, suskun, merhametli dedem Hz. Adem ile ninem Hz. Havva’dan kalan toprağa ektiğim domates, biber, nane, maydanoz ve patlıcan. Sonra bana düşen Havva ile yediğim elma, bölüştüğüm nar.

        Sonra biraz küstahça ama tutkulu, umutla dolup taşarak dünyaya boş vermek. Sonra başkalarının çıkarlarını kendi çıkarlarından önde tutan insanların ödül de beklemediklerini bilmenin erdemiyle sırt üstü toprağa uzanıp gözünü yummak, gönlünü açmak.

        “-Omzunun üzerine bir kelebek kondu. Görsen ne güzel bir amber rengi… Eminim bize uğur getirecek, ne olursun kımıldama.

        Memnun ve başımı çevirmeden:

        -Hala orda mı? diye sordum. İnşallah sana da konar.

        Kelebek rüzgarda dalgalanan uzun otların üzerinden daireler çizerek uzaklaştı. Kalplerimizde hoş bir tesir bırakmıştı.

        Kelebek uçup gitmiş ancak ben ziyadesiyle duygulanmıştım. Çok konuşmanın çok sevmek olmadığını biliyor ve yaşıyordum.

        Ellerini tuttum. Öncesinde, yuvasını bulmuş kuşlar demiştin, ellerin için. Sonra, susar gibi konuştum:

        -Sana karşı duyduğum his aşksa bu aşkın sana bu kelebekten daha ağır bir yük olmasını istemem Dağlım.”

 

 

        11.Gün   

        Güneş batıyordu. Bu batan güneşin içinde Hayyam’ı bekleyen Selma’nın, senin ve benim kalbim vardı.

        “Her akşam bir yanımı sana ayırıyorum.”

 

 

        12.Gün

        Şimdi mahmur, şimdi dalgın, şimdi gece gördüğüm güzel rüyayı düşünüyorum. Rüya değildi, gerçekti, canlıydın, gülümserken nar çiçeği gülümsüyordun. Vardın, şükrediyordum. Biliyor musun, her şey bir yana, ya da her şey dahil, seni çok özledim Dağlım.

        Uykuyla uyanıklık arasında, düşünmekle yazmak arasında, kendimi bulmakla kaybetmek arasında geçen bir geceydi.

        Suyun dibindeki taşın umutsuzluğu ile gül pembesi bir neşe arasında gidip geliyorum. Bir annenin az bir sırnaşmayla az sonra geçecek kızgınlığından bir babanın eli kolu kahır dolu bir yürüyüşüne geçiyorum.

        Nasip olursa bugün Trabzon’dan ayrılacağım. Bir daha gelir miyim, gelebilir miyim bilmiyorum. Oysa seninle bir mayıs ayında, dere boylarında açan menekşelerin yanı başında yürüyecek, seninle fındık toplayacaktık. Demiştim, bir peştamal ancak bu kadar yakışırdı bir insana.

        Babamın saçlarını okşar ve ayrılırken alnından öperdim. Bu babama duyduğum ve ölümün ötesinde de sürüp gidecek sevgimin ifadesiydi. Seni de alnından öpmüştüm değil mi Dağlım?

        “Çıplak ayaklarımda çimenlerin üzerinde yürüdüğümde mest oluyorsam, çıplak ruhumla da sessizliğin üzerinde dolaşmalı ve mest olmalıyım.” Yürümek ve mest olmak. Bu kısa cümlenin içinde ki “ve” sen olduğun için bu cümle çok güzel.

        Bazen, farkında olmadan dalıp gittiğim zamanlar oluyor. Dün ve yarın kopuyor birbirinden. Dün masaldı, yarın da yok. Yarın yok ancak içimde eşkin gidişli bir at, sana ve yarına doğru koşmaya devam ediyor.

        “Her şeyi gösteren fakat hiçbir şeyi kirletmeyen aydınlığa benzeyen” bir sevgiyle, bütün rağmenlere rağmen sevdin beni. “Aşkını kendi içinde ne kadar yorucu yaşarsa yaşasın, karşı taraf için dinlendirici kılmasını bilenlerden” oldun. Kimin kime ne yaşattığını, hissettirdiğini ancak kalbimiz bilir. Kalbimizin de dili yoktur! Kalbim sana teşekkür ediyor Dağlım.

        Birbirine yakın ya da aynı şeyleri düşündüğümüzde gönlümüz şenleniyorlardı; “Seni seviyorum” dediğimde biraz şımarık ve cilveli, biraz nazlı “Ne gereği vardı” diyordun ve gönlümüz sarmaş dolaş oluyordu. Kendi yağmurumuzla ıslanıyorduk, mutluyduk ve tekrarlamaktan bıkmıyorduk: Şükür düşer bize, birbirimize. Çok şükür!

        Seni görünce bir başka heyecanlandığımı, ağlamak, sarılmak ve gülümsemek istediğimi biliyorum. Koluma girdiğini, yürüdüğümüzü düşlediğimde düşecek gibi oluyor, seni sevmeme izin verdiği için Allah’a şükrediyorum.

        Ölürken, “geldim, sevdim, öldüm…” diyebilmeyi istiyorum. Kıran da kırılır, kırmak ve kırılmak istemedim! Vasiyetimdir: Dağlım, sevgimi sana bırakıyorum.

        Veda resmiyettir ve sevenler istese de veda edemez zaten. Hem ki biz hakikat yurduna inanıyor değil miyiz Dağlım?

        Senden uzak düşüren bütün yollar yalnızca hasretimi çoğaltıyor.

        Geleceği bilmiyor, tevekkül içinde bekliyorum. Bilmemeye ve sevgiye iman ettim ve kendime seslendim: “Gelecek üzerinde ancak Allah söz sahibidir!”

        Oturduğum çay ocağı, dünyanın öbür ucu kadar ıssız ve karanlık. Sanki değil gerçek şu ki bir de “Altın Hızma” çalıyor usulcacık. İçimi parçalayan bu acı olmasa senin gerçek olduğuna inanmayacağım. Elimle tuttuğum çay bardağı soğumuş, göz yaşlarım sıcak. Yüreğimin acıya dayanıklı olduğunu sanırdım. Saçlarıma dolanan rüzgar, yollarıma düşen uçurum, gönlüme vuran aşk. Ve ahh… Trabzon Otogarı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi