Kapı Camiinde Cühela Vukuâtı
Geçtiğimiz Pazartesi günü (23.05.2022) öğle namazını Kapı camiinde kıldım. Namaz öncesi, Din İşleri Yüksek Kurulu eski üyesi ve Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Fıkıh Profesörü Ahmet Yaman hoca kürsüde vaz ediyordu. Tevhitten bahsediyordu. Şirke düşmeden bu dini yaşamanın gereğini ve bunun da ahiret geleceği için olmazsa olmaz olduğunu belirtti.
Mesela birisi kalksa dese ki; “Allah’tan istendi vermedi, filandan istendi vermedi sonra evliyaullahtan birinin adını zikrederek;
-“Yetiş ya filan! dedi ve o da yetişti” dense olur mu?” diye sordu. Önde olan cemaatten biri;
-Olmaz mı hocam? Elbette olur. Yıllarca bu kürsüden hocamız, Lâdikli Ahmet Efendinin kerametlerini anlattı, anında imdat ettiğini söyledi” dedi.
Bir başkası; “Siz zaten tasavvuf düşmanı hocalarsınız, Fetöcüsünüz” diyerek kalktı gitti.
Ahmet Yaman hoca: “Aziz kardeşlerim! Allah, zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak tanımaz. Allah’a ait fiilleri kullara giydiremeyiz. Allah’a özgü ve O’nun gücü dâhilinde olan fiil ve sıfatları insanlara veremeyiz. O zaman namazlarda okuyarak itiraf ettiğimiz, bir nevi söz verdiğimiz “İyyake n’abüdü ve iyyake nestaîn/Ancak sana ibadet eder, ancak senden yardım isteriz” ayetini nasıl izah edebiliriz? Hüsnü niyetle maneviyatına, ahlakına, ilmine güvendiğimiz, kerametine şahitlik ettiğimiz salih insanların elbette öğütlerini dinleriz, ahlakı ile ahlaklanırız. Fakat şunu unutmayın ki, peygamberler ve Peygamberimizin sahih hadislerde cennetlik olduklarını müjdelediği kimselerin dışında hiçbir kimsenin ahiret garantisi yoktur. Bizim salih ve veli bildiğimiz insanların da ahiret garantileri yoktur. Belki ahirette Allah onlara şefaat yetkisi verirse şefaatleri umulur. Ama onu da biz bilemeyiz. Okuduğumuz Ayetelkürside “O’nun izni olmadan kimmiş şefaat edecek?” denmektedir. Allah’ın şefaat izni vereceklerinin listesini biz bilemeyiz. Lütfen birbirimizi iyi anlayalım. Tasavvuf düşmanı gibi yaftalamalardan uzak durarak tevhidi iyi kavrayalım. Bu çok önemlidir…” şeklinde gayet tatlı bir üslupla konuyu bağladı.
İşte değerli okuyucular, siz tasavvufu “Nefis tezkiyesi, ruh terbiyesi” konumundan çıkarır da, gerçek tasavvuf büyüklerinin “Âdetli kadınların, adet çaputlarını göstermesi kadar çirkin” olarak niteledikleri şeyh kerametlerini onun yerine ikame ederseniz, Kur’an’dan ve Sünnetten habersiz cahil sürüler yetiştirmiş olursunuz. Onların akıl seviyesiyle, inek pisliği ile banyo yapan Hinduların akıl seviyesi aynı hale gelir. Eteğine yapıştıkları kişilere ahiret garantisi verirler. Onların adını anınca “Allah rahmet eylesin, efendi hazretlerimiz şöyle derdi” demezler. Ahiretteki makamlarından o kadar emindirler ki, sanki şefaat yetkisi verilenlerin listesinde isimlerini görmüşler gibi “Allah şefaatine nail eylesin, efendi hazretleri şöyle derdi” derler.
Hatta daha da ileri giderek o efendi hazretlerinin müritlerine bile ahiret garantisi verirler. “Cehennem polisi sizi kıyamet günü tutuklayıp cehenneme götürürken onlara ‘Ben, Nakşi Bendi tarikatının Halidiye kolundanım’ derseniz sizi hemen bırakırlar” yalanını bile yüzleri kızarmadan söylerler. Hem de “Ey kızım Fatıma! Babam Peygamber diye güvenme Rabbine karşı kulluk vazifeni yap, Eğer Allah'tan nefsini satın alamazsan vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam..." (Müslim, İman,89) hadisini bile bile…
Rasûlullah (sav), elini üç kere kalbinin üstüne götürerek “Et-Takvâu hâhunâ/Takva işte buradadır” demiştir. (Buhârî, Edeb 57; Müslim, Birr 32). Rasûlullah’ın (sav) işaret ettiği o kalbe takvayı yerleştirmek için onu şirkten, riyadan, sümadan, kibirden, gıybetten, şüpheden, bencillikten, hırs, kin ve nefretten arındırmak gerekmektedir. İşte bir mutasavvıf, şeyh veya veli kabul edilen birinin işi, müridini “manevi kalp hastalıkları” dediğimiz bu illetlerden kurtarmak/arındırmak olmalıdır.
Said Havva’nın dediği gibi “Tasavvuf; kalbin sıhhati, nefsin temizliği ve benzeri konularla yakından ilgili olması nedeniyle, mükellef olan bütün insanlar hakkında gerekli olan bir ilimdir. Fakat tarihi seyir içerisinde bu ilme, diğer ilimlere karışandan daha çok bidat ve hurafe karışmıştır. Bu karışan şeyler, tasavvuf ilmini bazen bilmeceye, bazen sanki nasslardan/ayet ve hadislerden ayrı ve ilmî olmayan herhangi bir şeye, bazen de tevhid, fıkıh ve usulü fıkıh ilimlerinden tamamen müstakil ve alakasız, teşri’ ve takrirde vahiy kuvvetinde bir ilhama çevirmiştir. Hâlbuki bütün bunlar, diğer İslami ilimler gibi tertemiz ve asılsız şeylerden ayıklanmış olması gereken bir ilim için gerçekten tuhaf ve gariptir. Tuhaftır ki, tasavvuf kitaplarını okuyan, kendisini bir takım bilmecelerin karşısında ve İslam’ın da ötesinde hisseder. Bu ilim, nasslarla, ayet ve hadislerle sabit olan hakikat yolu olması gerekirken, tasavvufla uğraşanlar bunu nassların ötesinde bir şey haline getirmişlerdir. Tasavvufun bu hale getirilmesi ise fakihleri gönülden yaralamıştır. Bu işin en kötüsü, gayretkeşlerden birçoklarının, ancak bir manaya gelen Allah’ın ayetlerinden birini ele alıp ona değişik manalar ve muhtevalar kazandırarak, bunların üzerine dağlar kadar mesele ve hükümler bina etmeleridir. Oysa bütün bunlar bir vehim ve tahrifattır. Nassların yanında yer almak, onları anlamaya, anlatmaya ve hakikate ermeye gayret etmek, onlar için yeterli idi. Böyle olsaydı iyi, hatta mükemmel olurdu.” (Said Havva, Ruh Terbiyemiz, s.12, Petek Yay.)
Tarih içerisinde tasavvufa sızmış olan bir takım yabancı sembol, mitolojik menkıbeler, Kur’an ve Sünnete ters bidat anlayışlar, bilgisizlik ya da bilgi eksikliğinden ve kör taklitten kaynaklanmaktadır.
İşte, sayısız bidat, hurafe ve mitolojik anlayışlardan bugünkü tasavvufumuzun rehabilite edilmesi/arındırılması elzemdir. Kur’an ve Sünnet ayakları üzerinde durmayan anlayışlar, insanı sapıklaştırır. Meşhur tasavvuf ulularından Ebu Süleyman ed-Dârânî: “Halkın söylediklerinden bir nükte kalbime damladığında, bunu Kitap ve Sünnet’ten iki adil şahit ile kabul ederim. Çünkü Allah benim için hatasızlığı başkasında değil ancak Kitap ve Sünnette garantilemiştir” der. (Said Havva, a.g.e., s.16)
Tasavvufî mirası tümüyle reddetme ve tümüyle kabul etme gibi bir tercih yoktur önümüzde… Bu nedenle alınacak ve terkedilecek şeyler için bir ölçü gereklidir. O ölçüyü de Rasûlullah, Veda hutbesinde “Size iki şey bırakıyorum, onlara tutunursanız sapıtmazsınız. Onlar da Allah’ın Kitabı ve Rasûlü’nün Sünnetidir.” (Malik, Muvatta, Kader,3) diyerek ortaya koymuştur. Ne mutasavvıflar, ne de başkaları hatasız değildir. Hatasız olan ancak Kur’an ve Sünnettir.
Öyleyse bu aziz dini, dinde olanı inkâr ederek yok sayan modernist iskontocuların sapık kuşatmasından ve dinde olmayanı dine sokarak dine zam yapan hurafecilerin bidatlarından kurtarmak boynumuzun borcudur. Sevâd-ı azamın yanında yer alan ilim ehli, “hiç kimsenin kınamasına aldırmadan” bu çağdaş ve ilkel bidat ve hurafecilere karşı mücadelesini sürdürmelidir. Gerisi laf-ı güzaf!