İnsan ki saklayandır
Yalnızca okuyorum, başka bir şey yaptığım yok. Ve saklıyorum; insan ki saklayandır!
Yağmur serinliğiyle üşüdüğüm balkonda sigara içerken düşlere dalıyorum. Ucu açık, aklı kaçık, gülümseyip mutlu olduğum düşler. Sonra bir anda kara bulutlar iniyor kalbime. Ölümler, ihanetler, riyakârlıklar. Yaşamak zor ve kalplerin sahibine sığınıyorum.
Balkondayım. Üçüncü kattayım. Toprağa uzak oldukça “merhametsiz” bir ölüm korkusu düşüyor içime. Sanki toprağa yakın hatta toprağın üzerinde oturuyor olsam daha “merhametli” bir ölümle buluşacağım hissi. Yükseklik korkusu değil kibrin korkusu. Kalbimin toprakta attığını ve topraktan uzak düştükçe kalp atışımın zayıfladığını düşünmek gibi.
Saray, entrika, kadın, savaş, güç, kibir, tamah, silah, gizili ve açık hesaplar, içki, yağma, yalakalık, yalanlar, yarı-doğrular, inkârlar, kelime oyunları, imalar… Ve insanoğlunun mide ve teniyle olan kadim yoldaşlığı.
Erkek için hiç eskimeyen tuzak: Kadın!
Okudukça geç kaldığımı düşünüyorum. Bu bendeki okuma “aşkını”, bu suyu, bu nehri, düzenli bir yatak içinde tutarak çok daha üretken olabilirdim. Nasip diyeyim ve susayım.
Okuduğum çoğu kitapta, satırlar arasında bana göz kırpan, -işmar eden- cümleler oluyor. Tıpkı, şımarmış bir baharda, uzun çimenlerin arasına saklanmış kır çiçeklerine benziyorlar. Bu “çiçeklerden” demet yapmak bir yana bunu düşünmek bile beni mutlu kılıyor. Bencil miyim, belki, belki de uzun bir saklambaç oyunu bu. Okumak dersem çık, yazmak dersem çıkma!
Düşler kuruyorum. Muzır, çocuksu, heyecanlı ve sessiz. Sonra; yollara düşüyor ve bir çırpıda otuz-kırk şehre varıyorum. İnsanlar, hikâyeler, yemekler, sabahları bulan sohbetler. Sonra; okuduğum ve okuyacağım kitaplar. Sonra kadınlar; hem zehir, hem panzehir. Sonra; gerçek hayat. Sonra; yorgun bir günün sonunda çıplak tenimin üzerinden akan ılık su. Sonra; yarım duran kitap taslaklarım. Sonra; avuçlarını öpeceğim kadının pişirdiği menemene uzanan ekmeğim. Sonra; insandan uzak bir yayla evi, ahırda at, kapıda köpek, göğsümde bulutlar. Sonra; barbar, hoyrat, suskun merhametli, dedem Hz. Âdem ile ninem Hz. Havva’dan kalan toprağa ektiğim domates, biber, nane, maydanoz ve patlıcan. Sonra; bana düşen Havva ile yediğim elma, bölüştüğüm nar.
Sonra; biraz küstahça ama tutkulu, umutla dolup taşarak dünyaya boş vermek. Sonra; başkalarının çıkarlarını kendi çıkarından önde tutan insanların ödül de beklemediklerini bilmenin erdemiyle sırt üstü toprağa uzanıp gözümü yummak, gönlümü açmak.
Aklıma düştü, birçok adı olan, benim zilimaçi diye bildiğim diken ucunu rahmetli annem ile toplardık. Bol soğanla kavururdu ve hamd ile yerdik. Şimdi anam yok, zilimaçi’de olmasın!
Bazen, böyle deli deli, uzun uzun, kafama estiği gibi ve bazen hoyratça, sansürsüz yazarım. Bilirim, sözünde değeri yoktur artık gönlümüzde. Değer, yalnızca ve hızlıca tüketmektir artık. Bunu bilmek ve yine de yazmak epeyce komiktir.