İki Laf Edelim
Uykusuzluğumu ve peşimi bırakmayan ince sızılarımı odamda bırakıp evden çıktığımda güneş henüz göstermişti yüzünü. Seccademin üzerinde bıraktığım tesbihi neden yanıma almadığıma hayıflandım şimdi. Serin bir bahar sabahı, camiden çıkışta ağır adımlarla evine dönen ve kimi zaman duraklayarak sohbeti uzatmak isteyen Hacı amcalara selam verdim, gülümseyerek baktılar. Hayatımın son kavşağında ben de onlar gibi mütebessim olabilecek miyim acaba?
Nereye gideceğime karar vermedim henüz. Yürümek iyi gelecek belki de. Alışkanlıklarımızın bizleri nasıl da sıradanlaştırdığını biliyorum buna rağmen alışkanlıklarımın esaretinden kurtulamıyorum. Cesur mu değilim, korkularım mı daha güçlü anlayamıyorum.
Sokağımdan çıkıp cadde boyu yürümeye başlıyorum, günün ilk ışıkları yolda akıl almaz oyunlar oynuyor. Yalnızlık hissi kaplıyor içimi ve bu his nedense o an sıcak ve samimi geliyor bana. Hatta o an yalnızlığıma seviniyor ve kendimce mutlu oluyorum. Daha çok yalnızlık lazım, içimde bir yerlerde bu yalnızlığa dair ne kadar hasret varmış…
Caddenin bu boşluğu ve hareketsizliği, yalnızlığıma yüklediğim anlamı boşa çıkaracak. Bu caddenin insan yığınıyla dolu olmasından hoşnut olduğum vaki değildir lakin benim yalnızlığım tek başınalık üzerine kurulu değil. Kalabalıktan hiç hazzetmem de bu koca cadde, açılmamış dükkânlar, terk edilmişlik duygusu, ezilmişlik, yıkılmışlık, sessizlik… Yalnızlığımı boğuyor. Anlam veremiyorum bu isyan halime, yalnızlıkla bu kadar hemhal olmuş birinin yalnızlığı, nasıl olur da bu manzaraya asi gelir?
Yarım bırakılmış bir öyküm vardı masada şimdi adını buldum, burada olmamın bana verdiği bu hediyeyi alıp elim ceplerimde çıktım caddeden. İlk sokaktan girdim evlerin arasına, alışkanlıklarından vazgeçemeyen ben bir türlü keşfedemediğim maceracı ruhumun peşine düştüm. Yaptığım da ne; her zaman yürüdüğüm yolu terk edip iki sokak ötesine girmek… Aramakla sorumlu tuttuğumun kalemimin çabası; bulmak mı, aramak peşinde koşmak mı, tercihinden hangisini seçeceğini ona bırakıyorum artık.
Taşlarla döşeli bu sokağı neden daha önce keşfetmediğimi kimseye söylememeliyim. Bu sırrımla yürüdüm, o an donup kalan bir fotoğraf karesinin içindeyim sanki. Bir fotoğraf sanatçısı olsa bana “dur orada, hareket etme, bozma bu ışığı!” derdi sanırım. Oysa ben, buraya ait bile değilim. Evlerin bu kadar yakın olduğu bu sokak, neden bu kadar çekti beni içine?
Yürüdüğüm bu taşlı yolun çıkacağı bir yalnızlık olmalı mutlaka. Bir ses, bir tat, bir koku… Hepsi bu sokakta var aslında arayıp bulamadığım. Açık bir pencere, esintiyle birlikte tül perdeler kaçıyor gibi uçuşuyor, radyo açık olmalı, eskilerden bir hüzzam şarkı dolduruyor olmalı odayı. İçim hüzünle dolu, içi hüzün dolu odalar gibi, hüzün kokan sokak gibi…
Köşede bir adam, hızla yürüdüm, yalnızlığım çıldıracak, beni bırakıp kaçacak. Tezgâhında simit satan ihtiyar bir amca, önünde mangal, közde eski bir çaydanlık, ince belli iki bardak, közün üzerinde iki simit, susam kokusu, çayın demi, adamın gülümsemesi ve boş bir tabure… Öylece durdum, adam mütebessim, “buyur bakalım, otur Paşam, sana simit ısıttım, çayını da demledim, gel iki laf edelim.”