Hakan Bahçeci

Hakan Bahçeci

İftarlık pide

İftarlık pide

            İlk mektep yıllarım belki iki belki üçüncü sınıfım. Bayramın oruç tuttuktan sonra geldiğini, geceleri çalan davuldan hiç de korkulmaması gerektiğini, oruç tutmanın lezzetini yeni yeni kavradığım yıllar… Ak yazmasıyla pencere önünde haminnemin mırıldanarak okumaları, annemin dualarıyla tatlı tatlı kestirişlerim, dedemin getirdiği renkli leblebiler, babamın diktiği bayramlık elbiseler…

            O yıllar her sahura kalkıyorum, annemin dizi dibinde yarı uykulu, ne yediğimi bilmeden zar zor kalkıp babamın yardımıyla dönüyorum yatağa. Öğlene varmadan bir acıkıyorum bir susuyorum sorma! Öğlen olmadan babam satın alıyor orucumu, dükkânda bana bir parça ekmek veriyor yanına bir de gazoz söylüyor işte o zaman iftarı beklemek çok daha tatlı oluyor.

            O Ramazan hava çok sıcaktı, yaz tatiliydi belki. Hele oruç tuttuğum günler akşamı zor ediyor buna rağmen mahallenin çocuklarıyla oradan oraya koşturuyordum. Annem kıyamıyor “oğlum oruçsun gel artık şuraya” diye söylenip duruyordu. Durumu fark eden babam benimle anlaşmış, bir ay boyunca iftar pidelerini almam karşılığında her gün iki pide parasını bana vereceğini söylemişti. Tek şartı annem çağırdığında hemen eve dönmemdi. Ben de böylelikle bayram geldiğinde babamın diktiği takımın altına ayakkabıyı kendim alacaktım. “Babalar” diyecektim yıllar sonra “hep böyle mi yapmışlardır acaba?”

            Yine böyle tatlı bir iftar akşamı, sokağın sonundaki boş arsada top koşturuyoruz. Annem pencereden uzanmış beni çağırıyor. Tamam, gideceğim de “beşte devre onda biter” maçın son golü gelmiyor bir türlü. Daha annem içeri girmeden Tilki Selim’in annesi feryat etti. O bir şey değil bir kişi eksik de oynarız ama topun sahibi Panter Hilmi’yi de ablası çağırınca bizim maç bitmiş oldu.

            Vardım gittim evin önüne, annem mutfak penceresinde “Hay oğlum” deyip kaldı. Kıyamadı zannımca. Evladını seven her anne gibi güzelce gülümsedi “Hay oğlum, haydi fırına bir koşu gidiver, iftar yaklaştı, gel şu yumurta ile susamları da alıver, bilirsin susamlı pideyi baban pek sever.”  E ben de severim, çiftli pide hamurunun üzerine önce yumurtayı kırıp üstüne de bolca susam… Fırından çıkarken daha kokusuyla doyar insan.

            Annem, susamları takvim yaprağından imal küçük bir külaha hazırlamış, iki ekmek parasını da cebime koydu, yumurtayı da elime verdi bir güzel de tembihledi; Fırıncı Ökkeş Amcana selam söyle, yolda çok eğleşme, birazdan baban da gelir, bekletme.

            Bir elimde yumurta, diğer elimde susam külahı, daha annem “koşma oğlum düşersin demeye kalmadan” fırladım yanından. İçimde sıcak, güzel bir esinti, coşkuyla çağlayan bir ırmak gibi. Kâh kaldırımdan yola zıplayıp, kâh duvarlardan atlayıp Ökkeş Amcanın fırınına yaklaştım. Üç beş adım kaldı kalmadı, o son kaldırım taşı izin vermedi, takıldı ayağıma, beni havaya kaldırıp yere yapıştırdı. Yumurta elimden düştü kırıldı, susamlar yere saçıldı, dizlerim kanamaya başladı, üstüm başım battı. Canım çok yanmıştı, kanayan dizlerime mi acıyayım, kırılan yumurtaya mı ya babam kızarsa! Sahi babam bana hiç kızmış mıydı? Babam; iyi adam, yufka yürekli, güzel sözlü, güldü mü hafif tebessüm eder sevdi mi dağlar gibi.

            Oturup ağlamaya başladım, çocukken hiç ağlamadın mı sen, hiç kırılmadı mı oyuncağın, hiç bırakıp gitmedi sevdiğin o arkadaşın, hiç mi yorganı çekip başına gizlice hıçkırmadın? Ben şimdi ne yapacağım diye ağlarken sıkıca bir el kavradı bileğimden. Korktum ilkten, kimdi neyin nesiydi? “Korkma Paşam” dedi “benim ben.” Baktım Oduncu Hüsnü Amca… Bisikletinin arkasında koca bir baltayla dolaşan, mahallenin odunlarını kesip taşıyan koca cüsseli dev gibi bir adam.

            Oduncu Hüsnü amca, cebinden çıkardığı mendille gözyaşlarımı sildi, kanayan dizlerimi suyla yıkayıp temizledi. Her gördüğümde elimde olmadan korkup ürktüğüm o koca adam şimdi diz çökmüş benimle konuşup dertleşiyordu. Bir çırpıda anlattım olup biteni, yarıda kalan futbol maçımızı ne zaman anlattım ben bile hatırlamıyorum. Vakit gecikmiş ezan vakti yaklaşmıştı. İşte o zaman gerçekten korkmaya başlamıştım, eve nasıl dönecek, babama ne anlatacaktım. O değil de yumurtalı pide hem de susamlı…

            Oduncu Hüsnü beni ayağa kaldırdı. Tutup elimden fırına götürdü. Fırıncı Ökkeş daha bana bakar bakmaz durumu anladı. Başım önümde mahcup, dizlerim acıyor, içim korkuyor. Oduncu Hüsnü “Ökkeş, benim yumurtalı ekmekten iki fazla yap, susam da vardır sende, biraz da ondan serp.” Tek kelime ettirmedi ikisi de, çıktık fırından, dört ekmeğin ikisini bana verdi, bisikletinin arkasına bindirdi; “sıkı tutun bakalım Paşam, şimdi uçuyoruz” dedi.

            Sıkıca kucağıma bastırdığım sıcak iki iftar pidesi, serin bir Ramazan akşamı, korkarak ve çekinerek bindiğim bisikletin beni bir an önce evime götürmesini bekleyerek elimin tersiyle siliyordum gözyaşlarımı. Uzun sürmedi zaten eve gelişimiz. Ben gecikince evi bir telaş sarmış, babam anneme söylenmiş, konu komşu pencereye çıkmış. Oduncu Hüsnü Amca, dediği gibi uçurup getirdi evin önüne. Babam, annem kapıda hazırlık yaparken beni aramak için çıkmaya, beni gördüler bisikletin arkasında.

            Hüsnü Amca, beni kucaklayıp indirdi yere, ben hemen annemin kucağına koştum, başımı omzuna koyup sustum. Babam bana baktı daha bir şey demeden Oduncu Hüsnü, “Komşum, bizim delikanlı fırına gelmiş, malum Ramazan, hayli kalabalık, vakit geç olunca ben kaptım geldim, kızma sakın Paşaya” demiş ve gizliden bir göz atmış babama. Babam Hüsnü Amca’yı uğurladı, beni kucağına aldı, yanaklarımdan öpüp kapıyı kapattı.

            Sofraya oturduk, iftarlık pideyi ikiye bölüp bir parçasını bana uzatırken bakabildim babamın yüzüne, ah o nasıl bir gülümseyişti öyle…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi