Haminnemin Duası
“Güzel Rabbim bundan edna etmesin, bizden alıp size versin yavrucağım.”
Elinde birkaç kuruş para, üzerinde basmadan bir göynek, başında beyaz yazmasıyla kapıyı gözetleyen bir çift göz… Kapı açılacak ve illa bir evladı, çoluk çocuk, gelin damat, torun torba neşeyle eve dalacak. Yıllar geçmiş ve aynı teslimiyet… Bu kabulleniş ve teslimiyetle ettiği o dua…
Kaç bayram sabahı daha dedemin elini öpmeye, haminnemin duasını almaya nasibimiz olacak sahi? Bu yaşımdan sonra beni tekrar “gül kokulu paşam” diye sevecek başka biri kalacak mı peki?
Aynı evin kapısını kaçıncı kez çalıyorum bilmiyorum. Köy deyince gözümün önüne geliveren o ev, ruhuma dolan o eşsiz tat ve kapıyı açan iki güzel insan… Bunca yıla ve çileye rağmen, aynı neşeyle aynı heyecan ve hazla, aynı merhamet ve muhabbetle sarılıp, sevinçlerini olduğu gibi dışa vuran ve yürekleriyle tebessüm eden dedem ve haminnem…
Dizinin dibindeyim şimdi haminnemin, eli yine saçlarımda, dudakları kıpırdıyor, dua ediyor belli. Evladını böyle sevdi, ilk torunu paşası, böyle sevdi, torunlar büyüdü, evlendiler çocuklarını gördü böyle sevdi. Nasıl kocaman bir yürek ve nasıl bir sevmek, ölçüsüz ve saf ve karşılıksız…
Küçük pencereli, toprak damlı, taş duvarlı bir ev, kerpiç sıva vurulu duvarlar, mabeyne açılan dört tahta kapı, birisi aş damı, toprak ve ahşap, tavan uzun ve kalın ağaçlarla sıralı… Bu ev; dedemin kendi elleriyle yaptığı, tek katlı, tek ev… “Çok çektim be Paşam” derdi hep dedem, haminnem anlatmazdı pek ama çektikleri o mütebessim yüzüne nasıl da çizgiler çekmişti…
Radyoda eski bir türkü, radyonun kendisi kadar eski, siyah beyaz bir fotoğraf babamın gençliği, ışık az ama karanlık değil, bahçe kapısından içeriye dolan sonbahar havası, dedem yine köşesinde, anlatıyor dertli dertli.
Haminnem konuşuyor sonra usulca, hep usulcaydı zaten, çok kelam etmezdi ve ne çok dua ederdi. İçim hüzünle doldu, tüm çocukluğum ve büyüklüğüm gelip geçti gözümün önünden, haminnem konuştu, içli söyledi, içten söyledi, eski radyo eski türküler söyledi ve bu an hiç eskimesin istedim.
Haminnem, sakladığı üç beş kuruş bayram harçlığını, dağıttı torunlara, bana da uzattı. Utandım ama ne çok sevindim. Hep onlar verdi bize, ekmek verdi, aş verdi, ömrünü verdi… Benim tek gülüşüme yüreğini verdi…
Ne çok çalışıp didindiler, gençlikleri geçip gitti tarlada, bahçede, ocak başında. Dedem derdi “yıllar nasırlı ellerimize yetebildi” diye, haminnem pek dertlenmezdi, dertleşmezdi ama çabasından, çalışmasından hiç kaybetmedi. Bayram için yaptığı o tatlı yine aynı tatlı. Mutfağın bir köşesinde beni bekleyen o hamur tatlısı, “Paşam, tepsinin başına gelir de yer” diye, aynı yerde aynı lezzetle her bayram hep aynı tat, aynı neşe…
Onların teslim oluşu, bu eve, bu radyoya, bu bahçeye ve bu ocağa… Namaz vakitlerini bekliyorlar ve her sabah gün doğuşunu bahçede karşılıyorlar. Kapılarını çalacak bir eş bir dost ve bir evlat, ne çok sevince boğacak onları. Bu teslimiyet asla vazgeçmişlik değil, el etek çekmek hiç değil, rıza göstermek kadere ve razı gelmek gelene…
Ninem o yıl dönüp bana “geldik gidiyoruz gül kokulu yavrum, bundan sonra bizim halimiz böyledir, bizden alıp size versin” diyerek dua edince anladım; gelip gidenler sadece onlar değil be Paşam…