Hakikatin Peşinde
Kendimizi arıyoruz bulduğumuz tüm “ben”lere rağmen. “ben” dediğimiz o cevher, kendi ellerimizde bir biçim ve surete bürünüyor. Aramalarımız geçici dünyanın geçici vaktiyle sınırlı. Bu sınırlı vakitte sınırlı imkânlarla hakikatin peşine mi düşmeliyiz, hakikati inşa mı etmeliyiz?
Doğrularımız var, yığınla ve sorgulanamaz. Doğrularımın beni götürdüğü nihayet ile ilgili vahye ve vehme dayanan bilgilerim var. İnsanlık tarihinin peygamberlerle başladığına inanmış olmam vahye dayalı bilgilere teslim olmamı salık veriyor. Vehme dayalı öngörülerin ve sezgilerin kendimi arayış yolunda yanıltmalar yapabileceğini biliyor olmalıyım.
Neden ısrarla “doğru”nun peşinde ömür tüketmek zorundayım? Eğirinin karşısına geçip istihza edecek halim yok. Doğduğum ve idrak etmeye başladığım andan itibaren beni çepeçevre saran hayatı doğru yaşamam konusunda ne kadar çok rehber ve amil var. “Neden illa doğru” sorusu insanın kendine verilmiş akıl sayesinde kolaylıkla verilebilecek bir cevaptır. Hal böyleyken “neden illa doğru” sorusu muhal kalıyor.
“Doğru” dediğimiz muazzam yapı gerçeklikle, yanlış olmayanla, zihnin düşünme yasalarına uyumla bizatihi bağ kurmuş durumdadır. Doğru, gerçeklikle yakından ilgilidir aynı zamanda kabul edilmesi beklenen “söz” vasıf olarak doğru ile tabir edilir. Buna rağmen insanlığın doğruya ulaşma ve doğruyu gerçekleştirme gayreti, maneviyat, his, duygu ve vahiy karşısında kendine çekidüzen vermek durumunda kalır.
İlla doğruyu aramak aslında kendimi aramanın yollarının başında geliyor. “neden illa doğru” sorusu yerine “hangi doğru?” sorusuna yönelmek belki arayışımın anlamlı ve çaba sarf edilebilecek yüksekliğe ulaşmasını sağlayacaktır. Bu durumda karşıma “doğru tek değil mi” itirazı ve şaşalaması çıkma ihtimali de pek yüksek.
Tek bir doğru, ölçülebilir ve kanıtlanabilir bilimlerin ispat mekanizması sayesinde kabul görebilir. İki ile ikinin toplanmasıyla elde edeceğimiz dört sayısı, artma ve azalmanın bilimsel bir formda yazılmasının sonucudur. Fakat her dört tane olanın üçe göre avantaj sahibi olduğunu gösteremez. Yani her çokluk, doğruyu göstermiş olmaz. Nice azlığın çok olana galebe çaldığını biliyoruz, her azlığın da çokluk karşısında “küçüktür” ifadesi ile tanımlandığını bildiğimiz gibi.
Doğruyu arayışımız cehaletin ve yanlışın bize münasip düşmeyeceği kabulünden güç alır. Lakin doğrunun sana, bana ve ona göre olanı “hangi doğruyu aramalıyım” sualini de zihnime nakşeder. Bu durumda doğrunun tek olmadığını kabul ediyor olmam gerekir. Doğru tek değilse ve benim doğrum yanlış olan ise, doğru kabul ettiğimin, hatalı ve yanlış olabileceği “gerçeği” arayışıma ket vurmuş olmaz mı? Bilinçli bir cehalet, yanlışta olduğunu “doğru” sanmaktan çok daha evla değil mi?
Doğru zıttı ile kaimse yanlışın da varlığı doğrunun ta kendisidir. Doğruyu tarif ederken yanlıştan fayda umuyorsam aradığım doğru, bulmak istediğim olmayabilir. O halde doğruyu aramanın aslında doğrudan çok daha yüksek bir eylem olması gerekmez mi? Bilmemek, doğruya bir zarar vermeyebilir ama aldanmış olmak, doğru zannıyla yanlışa varmış olmak demektir.
Doğru niyetine aradığımız neticenin yanlış duvarına çarpması ihtimal dâhilindedir. Bunu biliyor olmam doğruyu arama çabalarımı aksatmamalı. Bu kabulle birlikte aramalarım, hiç değilse zıttı “yanlış” olan bir neticeye uzak düşmeli. Peki, o nedir? Hakikat olmasın…