Elimizi tutarken yüreğimizi de tutan
Sevdiklerini mesut etmek için kendini unutan insanlar tanıdım Dağlım.
Sevdikleri için yaşayan ve ışıldayan, ben demeyen, yorulan ancak yormayan insanlar...
Biri annemdi, diğeri Arabacı Mehmet, bir diğeri Bakkal Halit Amca, Neriman Teyze, Ali Rıza Hoca, Ahret Anne… Yaşayanlara ömür, ölmüş olanlara rahmet diliyorum.
Herkes kendi ile baş başa olduğu için yalnızdır Dağlım. Zannettiğin kadar bütün değilim. Bu gece seksen yaşındayım. Bu gece konuşamayacak kadar yaralı, yazamayacak kadar yorgunum. Her şeyi üzüntüyle ödüyorum ve sen uzaksın. O, abanoz siyahı, şifalı bitki özlerine sahip gözlerin de uzakta. Uzaklık dediğim nemli ve kahırlı bir gurbet.
Bilirsin, yüreğimizin gizli kaynaklarından fışkıran sesler yankısız, karşılıksız da kalsalar hiç önemi yok, nedir ki elimizi tutan biri olsun yanımızda, elimizi tutarken yüreğimizi de tutan.
“Sonra, yanındaki o candan yaratıkla sessiz bir deniz kıyısında da oturmuş olabilirsin. Tüm yorgunluğunu almış, sık sık soluyan engin bir deniz, gözlerinin önünde. Bu denizin her damlasında bir yaşantının kıpırdandığını duyuyorsunuzdur. Susmaktasınız. Kendi düşüncelerinize dalmışsınızdır. Belki de gerçekten de özlü, önemli bir şey düşünmüyorsunuzdur o anda. Ne çıkar! İşte o an, olağanüstü bir andır. Böyle anlarda gönül bir kırlangıç kadar özgür kanat çırpıp gitmektedir çünkü. Gitmiştir. Gitmiştir de insanlığın o sonsuz gönlünü bulmuştur, ona kavuşmuştur, bir olmuştur onunla. Ama gene de çok kez gönlün kendi sessizliğiyle seninle söyleşmektedir.
Evet, susmaktasınız, sadece dinlemektesiniz. Gene de sessiz duran, ya da o kutsal sesli sessizliğe karşı mantığın cılız bir savunmasından başka bir şey olmayan kısacık cümlelerle gelişigüzel pek önemsiz şeylerden söz eden yamacındaki o kişinin varlığı senin için pek değerli… Bu ahengin içinde, bu ipeksi sessizlikten kelimelerde hoşnut olup, ses çıkarmazlar! O da sessiz, sen de. Birbirinizin sessizliğinizi dinliyorsunuz. O, yamacındaki kişinin varlığıyla güzelleşen bir güzellik.
Kalkıp yanından uzaklaşsa, kendi kendine konuşabilmek olanağını yitirdin demektir.
İşte, çoğu kez, böyle sessiz bir yarenlikten sonra birbirinizden ayrılırken, şöyle hafiften bir gülümsersin yanındaki insana, sevdiğine. Bunu yaparken de yüreğini daha güçlü, daha özgür, daha olgun bulursun. Bir sürü gerçek, apak kelebekler, kanatlarıyla yüreğini okşamışlardır.
İşte böylesine bir ruhsal durumda sana sesleniyorum. Satırları karalarken soluduğum havanın seninle dolu olduğunu duyuyorum. Senin şuracıkta, çok yakınımda olduğuna inanıyorum.
Gür bir kaynaktan fışkıran su şırıltısını andıran o tatlı sesinin uyumlu, zengin, yumuşak aynı zamanda hüzünlü tonlarını duyuyorum. Öyle bir su kaynağı ki, toprağın altında salt benim olmak için yaratılmış, kimsecikler benim bu gizli mutluluğumun farkında değil…
Doldururken hep seni düşündüğüm şu defter yapraklarını elbette çok seveceksin.
Sevgilim! Şu olağanüstü anlarda hayatım ölüme ne kadar da yakın bir bilsen!...
Ve de ellerim seninkilerden ne kadar da uzak!...”
Bizim ülkemiz gökyüzünde, bizim ülkemiz duamızda.
Tersine gösterilen bir film gibi, su yatağına, kurşun tüfeğe, tomurcuk da ağaca gidiyor.
Yaşamak tespih gibi, dönüp başladığı yere geliyor.
Sen benim evimsin ve ben sana dönmek istiyorum.
“Seni ben az sevmedim, hala düşünmekteyim.
Her gün sana dua edeceğim, hayat güneşim sönünceye kadar.”
“Hiç bir aşk suskunluğun üstesinden gelemez.” Sen mendil işler, kilim dokursun, ben yazarım, bir başkası türkü söyler. Gülü sana, gülleri gülümsemene benzetiyorum. İnsan zamanın ve kalbinin kıymeti bilmez, ziyan eder, ziyan edenlerden olmayasın Dağlım.
Ben inanıyorum ki, Rabbimiz onun için secdeye varan ve dua eden kullarını sever.
Rabbimiz en derin, en sahipsiz ve terk edilmiş uykumuzda bile bize göz kulak olmayı esirgemez.
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!