Dünya Müslümanları, Filistin için ebabil kuşlarını bekliyor
Dünyada 1,5 milyar Müslüman, daha doğrusu üstat Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Marka Müslümanı” var. Geneli itibariyle etliye sütlüye karışmayan, sallayıp başını maaşını alan, kılıp beşini, başını kurtaran türünden nemelazımcı, acûbe, tatlısu Müslümanı…
San Francisco’da bir oryantalist, Mısırlı Müfessir Şa’ravî’ye şöyle bir soru sorar: “Kur’an’da; ‘Allah, müminler aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir’ (4/Nisa:141) dendiği halde ve Kur’an’da geçen bir şey doğru ise, bu ayete rağmen, neden Allah, kâfirlere, siz Müslümanlara karşı egemen olma fırsatını vermiştir?”
Şa’ravî şöyle cevap verir: “Ayette ‘Müminler’ demektedir. Biz “Müslümanız” ancak Allah’ın dediği anlamda “Mümin” değiliz. Çünkü günümüz Müslümanları; namaz, oruç, zekât, hac gibi birçok ibadeti yerine getirmekte, buna rağmen bilimsel, ekonomik, sosyal, siyasal ve askerî anlamda bir zaaf içindeler. Bunun sebebi, Müslümanlar henüz Allah’ın istediği müminlik seviyesine yükselmemiştir. Eğer günümüz Müslümanları hakiki mümin olmuş olsalardı, Yüce Allah’ın; “Müminlere yardım etmek bize haktır.” (30/Rum:47) vaadine mazhar olurlardı.
Müslümanlar, hakkıyla mümin olsalardı, “Üzülmeyin, gevşemeyin, eğer müminseniz en üstün sizlersiniz” (3/Âl-i İmran:139) ayeti gereğince bütün toplumlardan daha üstün bir seviyeye ulaşacaklardı.
Eğer Müslümanlar gerçek anlamda mümin olsalardı, “Allah müminleri, içinde bulunduğu halde bırakacak değildir.” (3/Âl-i İmran:179) ayeti gereği onları bulundukları bu zillet halinde bırakmayacaktı.
Müslümanlar, gerçekten mümin olsalardı; “Muhakkak Allah, müminlerle beraberdir.” (8/Enfal:19) ayeti gereğince Yüce Allah, her durumda onlarla beraber olurdu. İşte günümüz Müslümanları, hakiki mümin derecesine ulaşmadıkları için bu durumdalar.”
Evet, üstat Şa’ravî’nin de parmak bastığı gibi, bugün kâfirlerin kuvvetli görünmeleri, onların güçlü olduğundan dolayı değildir, Müslümanların dağınıklığından ve Allah’ın istediği kalite ve kalibrede hakiki mümin olamadıklarındandır. Mü’minlik, içimizdeki İslam; Müslümanlık da dışımızdaki İslam’dır. İçimizle tam manasıyla Müslüman olmadıkça, kalıplarımızla yaptığımız Müslümanlık bizi kurtarmamaktadır. İşte bu, “Marka Müslümanlığı”dır.
İşte bugünkü “Marka Müslümanları”, İslam’ı bir bütün olarak hayata taşıma yerine, işine gelen ve risk taşımayan, bedel ödemeyi gerektirmeyen belli emirlerine odaklanıp, bedel ödenmesi gereken emirlerini görmezden gelmekte ve bu sorumluluklarını yerine getirmemek için mazeretler üretmektedir. Hâlbuki Yüce Allah’ın; “Sizden önce gelenlerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve Onunla beraber olan müminler ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı şüphesiz yakındır.” (2/Bakara:214);
“Andolsun ki Biz, kendilerinden öncekileri de denemiş, imtihana tabi tutmuşken, insanlar sadece ‘inandık’ deyince imtihan edilmeden/bedel ödemeden bırakılacaklarını mı sanırlar?” (29/Ankebut:2) buyrukları gereği İslam davasının erleri, bedel ödemeyi göze almalıdırlar.
Bugün Müslümanlardan kaçı, yaşadığı topraklarda inandığı İslamî değerlerin yeniden ihya ve inşa edilmesi için neler yapılması gerektiğinin sancısını çekiyor? Bu uğurda geliştirdikleri projeleri hayata geçirmek için gündüz hayalini kuruyor, gece rüyasını görüyor, onunla yatıp, onunla kalkıyor? Aynı sancıyı çeken dostlarıyla gecesini gündüzüne katarak, teoriden pratiğe geçme yollarını konuşuyor? Kısacası, kaç Müslüman gündüzleri onun hayaliyle geziyor, geceleri de rüyasını görüyor?
Kaç Müslüman, sosyal farzlar zümresinden olan “toplumun Müslümanca ihya ve inşası” ile ilgili, hayallerinde ve rüyalarında olan plan ve projelerini hayata hâkim kılmak için ne bedel ödenmesi gerekiyorsa ödemeye hazırdır?
Kaç Müslüman hesabî değil hasbîdir, yani dünyevî çıkar hesabı yapmıyor? Allah’ın rızasından başka bir beklentisi yoktur? Aşını, eşini, işini, yaşını bahane ederek mazeret üretme kolaycılığına gitmiyor? Kaç Müslüman Ebû Eyyûb el-Ensari’nin seksen küsur yaşında İstanbul surlarında şehit düştüğünün bilincinde? Aksine, ördüğü sosyal kozasında dünyevileşme hastalığı ile baş başa kalmak ve hizmet meydanında yer almamak için mazeretler uydurmaktadır.
Bugün kaç Müslüman, adanmış bir şekilde hedefe kilitlenerek “arkada kim var?” diye geriye dönüp bakmadan hizmet üretiyor? Dökülenlerle oyalanarak morallerini bozmayıp Şeriat yolunda yürüyenlerin de, sürünenlerin de, dökülenlerin de olduğu bilinciyle gayretlerini, başkalarının tutumuna göre belirlemiyor?
Merhum Necip Fazıl üstadın gençliğe hitabesinde: "Kim var?" diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert "Ben varım!" cevabını verici, her ferdi "Benim olmadığım yerde kimse yoktur!" fikrini besleyici bir dava ahlâkına kaynak bir gençlik... diye tanımını yaptığı türden bir gençliğimiz var mı?
Efendiler! Şunu demek istiyoruz: Dünyalık işlerimize gereğinden fazla koşturuyoruz. Mal ve meslek hırsı, bizi tüketiyor. “Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad ediniz” emri gereği, malımıza talip olunsa suratımız buruşuyor, daha doğmamış çocuğumuzun geleceğini mazeret olarak öne sürüyoruz. “Mesleğinizde ve ticaretinizde koşturduğunuz kadar Allah’ın dininin ihya ve inşasında da koşturun” dendiği zaman, ensemizi kaşıyarak “inanın zamanımız kalmıyor” mazeretine sığınıyoruz.
Müslümanların ülkeleri kuşatıldığı, zulme tâbi tutulduğu zaman, sicili bozuk, geçmişi katliamlarla dolu, dişlerinden kan sızan emperyalist Batı’nın söz sahibi olduğu BM’den merhamet diliyoruz, çözüm bekliyoruz. Dünya İslam Birleşmiş milletler Teşkilatını kuramadığımız için bu ezikliği yaşıyoruz. Allah’ın bize yüklediği sorumluluğu tekrar Allah’a iade ederek zalimler üzerine Ebabil kuşlarını göndermesini bekliyoruz. İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatını kurmak için çırpınan merhum Erbakan hocamız; “8 milyonluk İsrail için 1,5 milyar Müslüman, Ebabil bekliyorsa, Ebabiller gelse İsrail’i değil bizi taşlar” demişti. Çünkü o, İsrail’in diplomasiyle değil, ancak güçle yola geleceğini biliyordu. Ruhu şâd olsun.
Dünya barışını sağlamayı, başta Filistin olmak üzere Müslüman ülkelere yapılan zulümleri önlemeyi Batı’dan beklemek, akrepten bal yapmasını, balıktan kavağa çıkmasını beklemek kadar abestir. Çünkü:
Fransa, 1994 yılında Ruanda’da İnsanlık tarihinin en büyük soykırımlarından kabul edilen ve 800 bin kişinin öldüğü soykırımı gerçekleştirmiştir. 1954’ten 1962 yılına kadarki Cezayir’in, Fransız sömürgesinden kurtulma mücadelesinde 1 milyon Cezayirli hayatını kaybetmiştir.
İngilizler, tüm dünyanın gözleri önünde 1800-1960 yılları arasında yapmış olduğu katliamlarla 2 ile 5 milyon arasında insanın ölümüne neden olmuştur.
Medeniyetler Diyaloğu kitabında Roger Garaudy şunları ifade ediyor. “Batılılar 100 milyonu aşkın Amerika’nın asıl yerlisi olan Kızılderilileri öldürerek dünyada daha önce benzeri görülmemiş bir soykırım yaptı. Bunun ardından üç yüz yıl süren köle ticareti sırasında en az yüz milyon Afrikalıyı da öldürerek bir başka akıl almaz soykırımı gerçekleştirmiştir. Tüm bu soykırımların altında Amerika’ya yerleşen ve bugünkü ABD’nin temelini atan Batılılar vardır.”
Fransa’nın eski Cumhurbaşkanlarından olan Jacques Chirac (Jak Şirak), 2008 yılında yapmış olduğu bir konuşmasında “Fransa’yı Fransa yapan Afrika’dır” demişti. Yani bu söz; “Avrupa, şu anki gelişmişliğini, sömürdüğü Afrika ülkelerine borçludur. Kurdukları sömürü düzeniyle onların yeraltı ve yerüstü zenginliklerini Batı’ya taşıyarak rahat bir gelecek temin ederken, sömürdükleri ülkeleri de açlık ve sefalete terk etti” demektir.
Bu canilerden, bu sömürgecilerden, bu haydutlardan barış ve adalet beklenir mi? “Dünyaya barış getireceğiz, insan hakları dağıtacağız” diyen BM’nin kuruluşundan bugüne kadar, dünyada savaşlar ve öldürme olayları hızla artmış, dünya barış yüzü görmemiştir. Bu gidişle göreceğe de benzemiyor.
Kısaca; “Allah, müminler aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir.” (4/Nisa:141) Fakat Müslümanlar, miskin miskin Ebabil beklemekten vaz geçip, değerlerini bütün olarak hayata taşımadıkları ve “Marka Müslümanlığında” ısrar ettikleri, İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatını kurmadıkları için kâfirler, onların bu zaaf aralıklarından yol bularak hâkim konumuna gelmişlerdir. İşte bundan dolayı bugün:
Başımıza ne geliyorsa Hak’tandır. Ama geliş sebebi Hak’tan ayrılmaktandır.