İbrahim Çolak
İbrahim Çolak Dağlım, Zifin çiçeğim, her dem taze duranım…

Dağlım, Zifin çiçeğim, her dem taze duranım…

Kırılganım. Herkes kadar kırılganım. İnsanlığım aşınmasın istiyorum. Biliyorum ki beni ben yapan sözler; en kırılgan, en üzgün anlarımda ağzımdan çıkacak olanlardır. Kaçamayacaksın, oyundan çıkamayacaksın, yok sayamayacaksın. Cevap vermek, duruş göstermek zorundasın. Susmana izin vermeyecekler. Mahcubiyetini deşecekler. Özür dilemen, başını önüne eğmen yetmeyecek. Ah zifin çiçeğim. Kolumuzun altında ne çok paket var ve ne kadar dikkat edersek edelim bazı paketler düşüyor. Belki de bunun için az konuşmak iyidir. Az dost iyidir. Az iyidir zifin çiçeğim. Azımsım. Azım olduğun için dostum, dostum olduğun için de sevdiğimsin.

Kelimeler demiştik, kelimeler sevgiyi değil çok zaman kavgalarımızı besliyor. Kelimeler aramıza uçurumlar, aramıza incecik köprüler geriyor. Ve işte bu ince köprüden iki kişi beraber geçmek zorundasın. Bunları yaşadın ve yaşayacaksın. Sözlerimiz, nadanlığımız bu köprüyü o kadar daraltıyor ki en ufak bir söz, davranış çok zaman iki kişinin de aşağıya düşmesine neden oluyor. Birbirimizi “aşağılara” düşürmemek için kelimelerimizi merhametli olanlardan seçmeliyiz. İnsanlar kızdıklarında kötü kötü laflar ederek içlerini boşaltır ve kendi güçsüzlüklerinden kurtulurlar. Sabrın varsa dinle, gönlün varsa sevmeye devam et Zifin çiçeğim.

Çok yorgunum. Bundan şikâyetim yok. Çünkü “çok” yaşamak istiyorum. Uzun değil, “çok” yaşamak diyorum. “Çok” yaşamak isteyenin yorgun olmamasına şaşmamalı. Az önce az olanı savunurken şimdi “çok” olanı savunduğumun farkındayım elbette. “Çok” yaşamayı isterken seni sevdim, “çok” oldum. Senden, sevginden şikâyet eden “gavur” olsun!

Dağlım, Zifin çiçeğim. Bir karacanın rahatlığı ve inceliğiyle gelir, üç-beş cümleyle, gönlümün hasar görmüş yanlarını sarardın. Bir gün, bakışlarını şifa kılarak şöyle demiştin: “Çok zaman yanlış merhem kullanıyoruz. ”

Aylardan nisandı. Yollardaydım. Yağmuru ve seni seviyordum.

Arkama yaslanıp gözlerimi yummuş, anıları yaşıyor ve düşünüyordum.  Rabbimiz haksızlık yapmazdı. Rabbimiz sebeplere sarılmamızı söylüyor; ötesini, varışı, ödülü, kazanmayı çok da düşünmeyin, hesap etmeyin diyordu. Âcizane ben kaderi böyle yorumluyordum. Zaman zaman bu yorumumun dışında hareket edebiliyor olsam da temelinde kadere bakışım bu minvaldeydi Dağlım. Güzel gördüğüm hatıra, nesne, kitap, çiçek, eşya… İnsanın kullanımına sunulmuş olanları seninle paylaşmak ayrı bir mutluluk oluyordu benim için. Hani nasıl diyeyim; sevdikçe sevesim, sevdikçe veresim geliyordu. Sen istemiyordun, benim de senden istemediğim gibi. Birbirimizi şaşırtmak ve mutlu kılmak için tatlı bir gayretin içine girince en sıradan eşya, bir kâğıt ve hatta taş parçası bile mutluluğumuzu açığa çıkarıyordu. Dönüp dönüp aynı türküleri dinliyor olmamızın tek nedeni hüzün, tek sebebi özlem değildi elbet. Hem ki sevmek sözden çok hissetmek değil miydi ?

Ömrümün en güzel ve en içli hediyelerinden biri olan “nisan yağmurunu” kız kardeşim Fatma’dan aldığımdan bu yana nisan yağmurlarına bir başka gözle bakmaya başlamıştım. Hoş, benim gençliğimin gözde şarkılarından birinin adı da “Yine nisan yağmurunda ıslanacağım” diyen Ferdi Tayfur’a aitti ve ben bu tür şarkılarla büyümüştüm. Yalnız sonradan öğrenecektim; sen yıl boyu nisan yağmuruydun, yıl boyu ıslanıyordum. Hayır, şikâyet cümleleri değil bunlar. Sevgin yağmurdu, sevgin gönlümün çayır çimene, gönlümün çiçeğe durması için gerekliydi zaten .

Sana nisan yağmuru toplamıştım. Ah, hiç unutmuyorum, şöyle demiştin: “Eğer ki yağmursan kes yolumu!”

Şimdi yine yollardayım Dağlım. Şimdi yine, seni yanımda yağmur diye, çiçek diye taşıyor… Şimdi yine sana yazarken ferahlıyorum.

Hem ki ben seni bütün yollarda ve bütün şehirlerde sevmedim mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi