Dağlım, seni zeytin ekmek gibi seviyorum
Dağlım. Son zamanlarda sık sık bir şarkının bir satırını çok kullanıyorum. "Bana her şey seni hatırlatıyor." Kullanıyorum yanlış oldu, bu cümleyi kendi içimde fazlasıyla yaşıyorum. İnanıyorum ki bu cümle benden önce de birçok insana çok şey hissettirmiş olduğu gibi bundan sonra da sevenlere anıları hatırlatmaya devam edecektir. Ancak Dağlım, ben bu cümleyi ikinci bir manada daha kullanmaya başladım, şöyle ki: "Bana her şey susmamı hatırlatıyor." Abartı değil, saatlerce konuşuyoruz fakat konuşma bittiğinde ne zihnimizde ne gönlümüzde bir tat kalıyor. Gıybet yapıyor, bize laf getirenin, bizden aldığını da bir başkasına taşıyacağını unutuyor, ağlamaktan, dert yanmaktan kırılıp dökülüyor, vara vara, dönüp dolaşıp "birilerinin" bizi anlamadığını hakkımızı yendiğini anlatıyoruz. Hele de konuşma ahbap çavuş, sen, ben, bizim oğlan türündeyse vay olsun o konuşmanın seyrine.
Bizden iyisi yok, bizler nezaket timsali, doğrudan ayrılmayan, adalet dağıtan ve merhameti de bol kepçe olanlar olarak sohbeti bitiriyoruz.
Gönlümüzün şişi iniyor. Rahatlıyoruz. Oysa havanda su dövmekten başka bir şey yapmış olmuyoruz.
Konuşmalarımız bizi daha iyi, daha sabırlı, anlayışlı insanlar yapmıyor. Hülasa, uzun uzun konuşmakla "uzun" insan olunmuyor Dağlım.
Konuşmalarımız çene idmanı, konuşmalarımız nefsimizin dili, konuşmalarımız boş beleş lakırdı. Biz acizlere nispetle peygamberimiz-salat ve selam onadır- yirmi dört saat durmadan konuşan olmalıydı değil mi diye sorsam, kim ne cevap verebilir merak ediyorum doğrusu.
Konuştukça örseleniyor, konuştukça kirleniyoruz. Haddimi aşıp kocaman ve süslü cümleler kurmak bir yana, söyleyeceğimi sade süt gibi cümlelerle ifade etmek isterim Dağlım. Bunca uzun ve gereksiz konuşana kadar birbirimize türkü söylemiş olsak sanki daha güzel bir şey yapmış oluruz.
Şiir, çiçek, afili cümleler bile yetmez çoğu zaman. Kalbinin, gözlerinin, insanlığının sıcaklığını hissettiğimiz ve hatta sarıldıkça sarılmak istediğimiz insanlara ihtiyacımız var Dağlım. Ötesi lafı güzaf ve teferruattır.
Kader, suyu akışına, gönlümüzü merhamete bırakmaktır. Akıl iman etmemizin sebebidir, kendisi değildir. Bir çiçeğin kokusunu, bir kadının gözlerinde kaybolmayı, bir bahar sabahı coşkusunu, omzumuza yaslanan bir başın şefkat isteğini konuşarak ve kelimelerle değil hislerimizle yaşarız. Konuştukça hislerimizden uzak düştüğümüzü söylemem de kehanet sayılmaz değil mi Dağlım?
İnsanlığımız narin, kırılgan, salınıp duran bir çiçek. Biz su vermeyi unutuyoruz; birileri dalımızı koparıyor, yaralıyor. Çiçek açamıyoruz. İçimizde küskün, soluk rengimiz ve cansız umutlarımızla yaşayıp duruyoruz. Olumsuz olanlar çoğalıyor konuştukça, oysa bazen özlem ve sevgiyle sarılmak yüzlerce cümlenin söyleyemediğini söyler. Bütün bunları göre göre, yaşaya yaşaya tutar da nasıl saatlerce konuşur insan Dağlım. Ve yoruluyoruz. Her şey yoruyor bizi. Ses tonumuz, yaşama sevincimiz ve sevgimiz yorgun.
Sevmek yormak değil, yorgunluğumuzu azaltmak değil midir Dağlım?
Bir de "birbirimizi anlamaya çalışmak" denilen bir masal var Dağlım. Varsa sevmek var; hesapsız, yalansız, rol çalmadan. Şimdilerde, kar yağan gecelerde sokağından geçip camına kar topu atamıyor olmam ne gam, seninle yürüdüğüm sokakları her seferinde yenilenen bir hasretle adımlıyorum.
"Ruh, kadının eli üstünde çıplaktır" diyor Lamartine. Ellerini özlüyor ve arıyorum Dağlım. Soğuk, yağmurlu gecelere atıyorum kendimi. Ayaklarım ıslanıyor, omuzlarım düşüyor, ellerim üşüyor. Mutluyum, şükrediyor ve özlemeye devam ediyorum.
Uzun yazmak "sıradan" , kısa yazmak aşktır Dağlım. Aşktır; çünkü insan sevdiğine her ne söylerse söylesin eksik söyler.
Seven kusur ve eksik arayan da değildir. Ben ölürüm, sen kalanlara bunları anlat Dağlım. Seven, her haliyle ve içilecek bir su gibi sever sevdiğini.
Dağlım, seni zeytin ekmek gibi seviyorum.