Hakan Bahçeci
Hakan Bahçeci Çocuktum evden kaçmıştım

Çocuktum evden kaçmıştım

            Yaşım beş mi altı mı bilmiyorum ya, e çocuğum, yıl gün ay benim neyime, karnım doyuyor, sokakta top koşturuyor, hırsız polis oynuyor akşam olunca da annemin dizinde uyuyorum. Yıllar sonra anlayacaktım “otuz beşin” yolun yarısı edeceğini ve ömürden gün geçtikçe yaşlanıp gideceğimi. Haydi altı yaşında olayım, ilk mektebe daha o yıl gideceğim. Annem kıyamıyor, babam toz konduramıyor da konu komşu pek bir şikayetçi yaramazlığımızdan ama kalkıp hiçbiri, bir kötü söz etmiyor, kırıp dökmüyor, çocuktur deyip gülümsüyor; yani o zamanlar komşuluk hatırı daha sürüyor.

            Çocuktum, dizlerimde yara, cebimde sapan eksik olmazdı, sabah fırından aldığım ekmeklerin köşesini yer, akşam ezanından önce eve girmezdim. Ben yaşlarda dört çocuk daha aynı sokakta, geldik mi bir araya vakit nasıl geçer bilmez, hava kararmadan ayrılmazdık. Hani var mıydı bir zararımız, bir ziyan gelmiş miydi küçüğe, saygımız mı eksikti büyüğe? Yok asla…

            Bizim ki kırılan üç beş cam, bahçelerden çalınan bir avuç badem, iki güne patlayan top, tellere takılan uçurtmalar… Ha bir de evden uzaklara gitme hayali. Kaçıp gidip başka hayatlar yaşamak istiyorduk. Nereden kapılmıştık bu hayale, neden bu kadar kaçıp gitmek istiyorduk bu mahalleden, hangi hayal çağırmıştı bizi böyle? Bize çizilen sınır mahallenin en ucundaki eski bina, bizim sokağın sonundaki bakkal ve ana caddeye kadar olan taşlı yol. Babamın bize çizdiği bu sınırları geçmemiş değildik, korka korka çarşı denen yere gitmişliğimiz vardı ve bizim için o gün büyük bir adımdı. Şimdi dönüp bakınca “uzaklar” o kadar da uzak ve o kadar hayali kurulası yerler değilmiş. Çocukluğumla sokağımda kalabilmek hayali çok daha büyük ve güçlü şimdi.

            Evimizin arkasında büyük bir arsa var, ortasında büyük bir ceviz ağacı; burası bizim dörtlü çetenin sığınağı. Dallarında basmadık yer bırakmamışız, yorulunca çıkıp dinlendiğimiz, kuru soğan, misket, sapan sakladığımız korunağımız. O ağacın dallarında kurduk evden kaçıp uzaklara gitme hayallerimizi ve hep o ağaca yasladık uzaklara dalmışken sırtımızı.

            Sıcak bir yaz günü, Pazar olmalı babam evde çünkü. Konu komşu toplanmış, çer çöp ne varsa topluyor, kimisi çöpleri biriktiriyor, kimisi yerleri süpürüyor. Evlerin önü de sulandı mı ikindiye doğru bir koca demlik çay konup sohbet edilecek. Bizim çete yine iş başında, birisi evden yağ getirmiş, öteki yumurta aşırmış kümesten, ben koynumda ekmek çıkardım mutfaktan; odunlukta saklı zaten sahan. Keyifle oturup cevizin altına üç beş kuru dal atıp taşların arasına, iki kibrit çöpüyle heveslendik sahanda yumurta yemeye. İlk kibrit çöpü söndü gitti diğerini ben aldım elime ve yaktım cesaretle… Önce kuru otlar, sonra odunlar, sonra çalılıklar… Bu böyle olmayacaktı ya hu bu alevler nasıl da yayıldı.

            Biz daha ne olduğunu anlamadan kim var kim yok bağırıp çağırdı feryat figan. Eline kazmayı küreği alan, bize doğru koşmaya başladı kovaya su dolduran. Ben sandım bunlar bizi dövecek, hemen kaçmak gerek. Babam ilk defa bana böyle bağırdı, korktuk bir yandan, kızdık diğer yandan ve koşmaya başladık arkamıza bakmadan. Ne kadar koştuk bilmiyorum, nefesimiz kesilip yorulunca dönüp baktık arkaya. O kadar da yol gelmemişiz lakin bize konan sınırı geçmişiz çoktan.

            Oturup konuştuk ne oldu nasıl oldu diye, içimiz acımış, o bağrış çağrış ağrımıza gitmişti. Küsmüştük bizimkilere. E be çocuk insan neden küser babasına annesine? Karar verilmişti benim ikna edişimle; evden kaçmıştık, dönüşü yoktu, kurduğumuz uzaklara gitme hayali gerçek oluyordu.

            Evden kaçmıştık artık. Ana yolu geçmiş, bize konan sınırı geride bırakmıştık. Öyle ki bize katiyen yasak olan ırmağın kenarına bile ulaşmıştık. Hepsi bana bakıyor, benden ümitli sözler bekliyor ve cesaret alıyorlardı. Kendimi birden büyümüş hissetmiştim, kocaman bir adam olmuştum sanki. Adam olmak için “kocaman” olmanın gereksizliğini ise çok daha sonraları anlayacaktım.

            Koynumda getirdiğim ekmek öğle yemeğimiz oldu, dörde bölüp yedik de bizim Balık Osman doymadı. “Annem akşama köfte yapacaktı” dedi ve daha “dur oğlum hani sözümüz” demeden bırakıp bizi eve gitti. Zıpzıp Ahmet zaten hevesli değildi, yalnız başına eve dönemezdi, o da Osman’ın peşine takıldı. Benle Uzun Musa kaldı geride. Akşama kadar durmadan yürüdük, şehrin gitmediğimiz yeri kalmadı. Uzaktan akrabası vardı Musa’nın evlerini bulduk. Bize ikişer elma verdiler, Musa’yı da böyle kandırdılar. Ben ise kararlıydım çünkü artık koca bir adamdım. Bu geceyi caminin avlusunda geçirecek yarın komşumuzun büyük çocuğunu bulup ondan boya sandığını alıp ayakkabı boyayacaktım.

            Yalnız başıma akşamı ettim; hava kararıncaya kadar ne acıktım ne korktum. Ezanla birlikte annemin dizi geldi aklıma, ah annemin dizi, başımda gezinen elleri, can oğlum, yakışıklı paşam deyişi… Adamdım adam olmasına da bu karanlık neden bu kadar ürkütücü ve açlık neden bu kadar sarsıcı. Camiye geldiğimde hoca gördü beni, “gel bakalım tanrı misafiri” dedi, meğer haberi varmış kaçtığımdan, çarem de yoktu zaten, utana sıkıla girdim evine. Birazdan kapı çaldı, gelen babamdı, korktum mu, şaşırdım mı bilmiyorum ama annemin sesini duymak bir başkaydı. Babamın gülerek, imam efendiye “buraya kadar mı kaçabilmiş bizim kerata” demesine aldırış etmeden sarıldım annemin ellerine.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi