ÇAY SÖYLE PAŞAMA
En koyu sohbetlerimizi bir bardak çayla demlemişizdir. Muhabbetin kıvamını, çay bardağında karıştırdığımız şekerle bulup, aldığımız ilk yudumla derin bir iç çeker ve devam ederiz kaldığı yerden mevzuya. Ruhumuza sinmiştir bu çay bizim. Tek şekerli, şekersiz, açık, limonlu, şekerli, demli o bir bardak çay nasıl da şekillenir tıpkı bizim gibi.
Çay, belki de bizim olduğu kadar batının hiç değildir. Doğunun o mahzun ve mahcup çocuğunu onuruyla ve gururuyla çayını yudumlarken buluruz kendine dönmüş haliyle. O çocuk, iki eliyle tutar çay bardağını, dizlerini çeker kendine, çıkan buğuyla dalıp gider maziye ve ufacık bir yudum çeker, çay sıcaktır ve buna rağmen soğuk kalır o çocuğun içindeki sıcaklığın karşısında.
Akşam olunca kuşlar gibi yuvasına dönen evin erkeği, kuru fasulye ve bulgur pilavından sonra tüm günün, tüm dünyanın ve tüm kavganın yorgunluğunu bir bardak çayla atacağını bilir. Birinci bardakla damağı o buruk tadı sanki tekrar anımsar. İkinci bardak zirvesidir çay muhabbetinin, sonrakiler demlenmenin lezzetine varmış olmaktır.
Neşesi yerine gelir beyimizin, çay tepsisinin başında evin hanımı yıllardır aynı tat ve lezzette demlemeyi ve ev ahalisinin çayı nasıl içeceğini ezberlemiş haliyle hem çay içer hem ikram eder. Hanım açık içer çoğunlukla çayı, koyu içip kararmasın yüreği diye midir acaba?
Kimin aklına gelmez şu çay, mükellef bir sofranın akabinde; dumanı üzerinde fırın kebabı, yanında etin yareni kuru soğan, bol acılı bir şiş kebap, köpüklü ayran yanında, lavaşa dürülmüş çiğ köfte, mangalda kızarmış tavuk, hamsi tavada, dolmalar, sarmalar sırada… Hepsi gelip bağlanacak o bir bardak demli çaya.
“Çay söylemek” diye bir tabir başka hangi millette var acaba? “Akşam çaya sendeyiz!” denince “buyurun gelin” cevabını alan bu toprağın evlatları, “Nasipse hayırlı olsun” onayından sonra da, bir cenaze evinde tutulan yası da çaya bağlar. Çay içmeyi sadece “içmek” eyleminden öteye taşıyan dostların varlığından bahsedebiliyorsak çay demlemeli bu yüceliğe.
İki âşık; bir çay bahçesinde, tahta sandalyelerde, şile bezinden örtüsüyle küçük bir masa, ortada krizantem çiçeği, genç adam eliyle işaret eder garsona; iki çay diye, sahi var mıdır, tek elimizle, iki parmağımızı gösterip arkasından parmağımız yere dönük vaziyette döndürünce “iki bardak çay istiyoruz” anlamı çıkan başka bir yer?
Çay gelir, genç kızımız mahcup, şeker atmalı mı, yarıda mı bırakmalı… İyi ki geldi çay, değilse nasıl açılır söz, biraz oynar çay kaşığıyla, çevirir bardağı tabakta, genç adam çayı karıştırır, kaşığı tabağın yanına koyar, kendinden emin hatta gururlu ve mutlu. Şimdi kaldı mı geriye o çay bahçesi, o masa, o sandalye ve o çayın tadı?
Nedir çaya böyle düşkünlüğümüz, talebe evlerinde oldukça açık o çayın tadı neden bu kadar kaldı damağımızda? Soğuk bir kış günü aklımıza gelen çay, neden sıcağında da temmuzun çıkmaz zihnimizden. Zemheri ayazında nöbet tutan Mehmetçiğin de aklına düşen anasının demlediği bir bardak çaydır, evine ekmek götüren dolmuş şoförünün aklına düşen de.
“Şimdi bir bardak çay olsun, başka bir şey istemem” diyen gurbet yolcuları, çaya mı hasret duymuştur, memlekete mi, yoksa o çayı o memlekette içmeyi mi özlemiştir? Çaydanlıkta kaynayan su, dostluğu ısıtır, çayla birlikte demlenir vefa, şeker tatlandırır çayla birlikte tüm buruk acıları, karışır gideriz biz de çayla birlikte hayatın içinde. Kâh kaşık gibi hayatın tam ortasındayız, kâh tabağı olur kavgamızı elimizde tutarız. Birbirimizi anlarız çayla; nasıl hep aklımızda kalıyorsa “o çayı açık içer” bilgisi, hatırlanıyor olabildiğimizin neşesidir elimizde kalan.
Paşamın da içmeyi unutmuş olsa da masasında bekleyen o bir bardak çay çok daha fazlasını anlatıyor biliyorum. Şimdi Paşam, “Hocam, neşeli bir yazı yazsanız” diye ricada bulunan muhabbet ehlinden bir bardak çayı hak etmiş midir?