Boyayalım Abi
On yaşında mıyım yoksa on bir mi, ilk mektebin son yılı, çocuğum yani… Omzumda boyumun yarısı kadar bir boya sandığı, cebimde yarım ekmek, kâğıda sarılı üç beş zeytin, sandığın bir gözünde matematik defterim, yüreğimde kırık dökük umutlar, annemin sevgisi ve babamın “Paşam” deyişi…
Çok mu fakirdik çok mu kimsesiz, yokluk muydu yaşadığımız? Ben o yaşıma yani işte onlu yaşlarıma kadar zenginlik mi görmüşüm, nedir yokluk, nedir bolluk? Benim bildiğim hayatın yoksulluk olduğunu kim söyleyebilir ki? Demem o ki kime göre zengindi yan apartmanda oturanlar ve kime göreydi bizim gibilerin fakirliği?
Okuldan eve dönünce beni karşılayan annemdi ve evi dolduran gülüşleriyle küçük kardeşlerim, iki erkek, iki aslan parçası… Beklemek için bile bir babamız vardı, elinde iki ekmek, cebinde üç tane elma şekeri, üç kardeşiz ya hani… Neyi eksikti bu evin?
Eksiğim olduğu için değil belki ama hayat denen telâşe getirip koydu önümüze boya sandığını… Şikâyet ettiğimden değil, babam istediğinden, çok para kazanacağımdan değil, kendi bayramlığımı kendim alayım diye ya da anneme küçük bir hediye…
Boya sandığımı komşumuzun oğlu birlikte hurdalıktan bulduğumuz tahta parçalarıyla çaktık, iki renk boya, evden aldığım eski bir fırça, babamın diktiği omuz askısı hepsi tastamam bir de resim yaptım tam alnına… Ne çok şey biriktirdim ben bu boya sandığında, umutlarımı, bayram harçlığımı, çocukluk aşkımı ki hiç söylemediğim, söyleyemediğim aşkımı…
Bu sandık sakladı gözyaşımı, yediğim dayakların acısını, arkadaşımın ilk sigarasını, öğretmenimin defterime attığı yıldızı ve bir türlü sevemediğim matematik defterimi. Oysa matematikti her şey aşktan başlayarak ve ben hiç bilemedim acılarımdan çıkınca geriye neden hep ben kalıyorum?
Onlu yaşlarımdaydım da nasıl kafa tutuyordum şehrin tüm ayakkabılarına ve bu ayakların bastığı caddelere? Sadece caddelere mi, kolay mıydı her yerde boya sandığıyla dolaşmak? Parsellemişti her köşeyi boyacıların abisi, ya ona katılmak ya ona karşı durmak lazımdı ve ben karşı durmayı seçtim. Boyalarımı aldılar, sandığımı kırdılar, zor sakladım yüzümdeki yarayı ama kabul etmedim kazancımdan pay vermeyi.
Kendimden saklanmak gerekti bazen sandığımı alıp en uzak sokaklarına gittim şehrin. Tanımadığım çocuklara boya yapmayı öğrettim, para istemeden boyadım dilencilerini köprülerin. Kalbimi çıkarıp yarım ekmeğin üç beş zeytinin yanına koydum, bir kedi geldi, ben durdum o durdu, sandığa koyduk her şeyi, dönüp gittik buradan. Siyah ayakkabı boyası elimden çıkmazdı hiç. Her tonunu gördüm siyahın, her koyusunu acının ve her hasretini hayatın…
Yalnız kalmayı ve yalnızlığın matematikteki yerini, yalnızlığın aşkla sırdaş olduğunu siyahın tonlarıyla öğretti bu sandık. Tek başıma kalmama izin vermezdi bu sandık da yeri hep bahçe kapısının arkası olurdu. Birini bir yere bırakmak istersen o yerde bırakılabilmeyi göze almak gerektiğini boya sandığı söylemişti bana.
On yaşında mıyım on bir mi, çocuğum yani… Boya sandığı boynumda, askısı acıtıyor omzumu, soğuk olmasına soğuk da çocuk yüreğimin sıcaklığına sarılıp örtünüyorum. Sırtımı duvara yaslamışım, matematik defteri elimde, toplama işleminde verilmeyeni bulmaya çalışıyorum, verilmeyeni bulmak neden hep bana düşüyor bu çocuk yaşımda? Sandığın üzerine bir ayakkabı, yumuşak bir ses “boya bakalım” bakmıyorum yüzüne sesin, tüm ustalığımla başlıyorum işime, sanki tüm şehrin ayakkabılarını ben boyuyorum. İşim bitiyor, adam “eyvallah Paşam” diyor ve dönüp gidiyor…