BOYA SANDIĞI (İKİ)
Geçen yazıdaki hikâyemizi bir boya sandığında bırakmıştık; kırık dökük, el emeği bir boya sandığı… Eski tahta parçalarıyla, küf tutmuş çivilerle taşla çakılmış, iki gözlü, çamaşır ipiyle omuz askısı yapılmış küçük bir sandık… Bu kadar küçücük yine de çocuğun yarısı kadar… Sandığın sermayesi borçla alınmış; iki sünger, biri kahve biri siyah iki kutu boya, ayakkabı cilası ve arkadaşından ödünç aldığı ayakkabı fırçası…
Boyacı çocuk, boya sandığı ve ben, şehir olmaktan çıkıp kent olmaya uğraşan bu metropolde kendi küçük dünyamızın küçük mutluluklarıyla ömrün nihayetine yürümekteyiz. Sırtımızda, dizlerimizin kaldıracağı kadar yükümüzle, kâh emekleyerek, kâh yürüyerek tutunuyoruz kıyısından köşesinden hayata. Sahi, bizim tutunduğumuz yerin nasıl oluyor da hep kıyıda köşede kalıyor ve köşeyi belirleyen hangi matematiği bu çağın?
Unutmam, omuzlarımızın ıstırap dolu olduğu bir gün; yine aynı köşede, yarım ekmeğimiz ve yağmur bittikten hemen sonra, beklemeye başladık boya sandığımızla. İnsanlar gelip geçiyor yine ve süratlice. Hangi hayata yetişecekler ve yetişilen hayat hangisidir bilmeden… Bir adam geliyor, üç beş kişi arkasında, esip gürlüyor etrafına, duruyor önümüzde; beğenmiyor bizi, yakıştıramıyor şehrine. Kaldırın diyor hiddetle… Ve bir tekme…
Tekmenin şiddetiyle boya sandığı önce havaya kalkıyor, boya, fırça ne varsa savruluyor etrafa sonra acı bir sesle çarpıyor yere. Paramparça oluyor, dağılıyor tıpkı umutlarımız, hayallerimiz, emeklerimiz gibi. Cam kırıkları misali batıyor ruhumuzun tenine, kanatıyor. Savruluyoruz biz de öte kıyıya, yabancılaşıyoruz, hükmen yenik sayılmışız, yıkılmışız.
Boya sandığımız biraz ileride paramparça haliyle bizi anlatıyor sanki. Elinden oyuncağı alınmış çocuklar gibi mahzun ve hüzün doluyuz. Tüm hayallerimizle, çocuksu neşemizle kurduğumuz o dünya basit bir hareketle yıkılıp gitti bir anda.
Siz hiç çocuk olmadınız mı? Kurduğunuz oyunun büyükler tarafından tek bir çırpıda dağıtıldığını ne çabuk unuttunuz. Legolarla, tahta parçalarıyla, taşlarla kurduğunuz bir kalenizi, daha savunamadan yıkıp geçen darbe nasıl da bozguna uğrattı iç dünyanızdaki krallığı!
Masumca oyun oynayan çocuksu hallerimiz ve çocukça kurduğumuz dünyamızın hiçbir açıklaması yapılamadan dinamitlenmesi senin de benim de yüreğime onulmaz yaralar açacak değil mi? Ve sonra bu yaralar, ileride “çocukluğunda ne yaşadın” sorusunu soran bir psikoloğa malzeme olamayacak mı?
İleriyi bilmiyorum ama boya sandığı, çocuk ve ben o anı durdurabilmek için ne çok çırpındık. Ne mümkün! Çocuk kalktı, sandığına baktı, tekmeyi atan adama baktı, adamın yüzündeki manasız ifadeyi alıp yere çarptı. Yumruklarını sıktı, çocukluğunu alıp olduğu gibi emri veren adamın sırtına yükledi, tekmeyi atana acıyarak gülümsedi. Elimi tuttu benim, koşmaya başladı, kahırla yarışarak, dökülmek için fırsat bekleyen gözyaşını tutarak, susarak koştu, koştu, koştu.
Nefesim kesilince dururuz dedim, durmadı çocuk, şehrin merkezine, caddeler boyu dizilmiş gökdelenlerin önünden, park etmiş arabaların, hiçbir şeye yetişememiş inşaların arasından koşmaya devam etti. Bırakmadı ellerimi. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atmalıydı, atmadı. Şehir bitti, yol bitti, mezar taşları bitti, çocuğun koşması bitmedi…