BOYA SANDIĞI
Kırık dökük, el emeği bir boya sandığı… Eski tahta parçalarıyla, küf tutmuş çivilerle taşla çakılmış, iki gözlü, çamaşır ipiyle omuz askısı yapılmış küçük bir sandık… Bu kadar küçücük yine de çocuğun yarısı kadar… Sandığın sermayesi borçla alınmış; iki sünger, biri kahve biri siyah iki kutu boya, ayakkabı cilası ve arkadaşından ödünç aldığı ayakkabı fırçası…
Boya sandığı, ekmek parası demek onun için, kazanılması gereken günlük iki ekmek parası, öyle konuştular annesiyle, evin ekmeğinden bizim boyacı çocuk sorumlu. Mahcup ve sessiz bir o kadar gururlu ve cesaretli. Yenik düşmüş kavganın en zorlusuna, annesi kalmış kız kardeşiyle yanında.
Her okul çıkışı, alıyor omzuna sandığını ve şehrin en kalabalık en umarsız sokaklarına dalıyor. Şehir; her köşesinde ayrı bir kumpas ayrı bir ayak oyunu, acımasız ve kaygısız… İnsanlar mı yaşıyor şehri, şehir mi harcıyor içindekini tam bir çetrefil… Ayakkabı boyacılığı için bile kesilmiş bir racon var; büyükler kendilerine ayrılmış yerde, kimi sokaklara girmek ne mümkün, bölgesi var herkesin, müşterisi var. Önüne gelen yerde oturamazsın, kaldırımlar parsellidir sahibini görmen gerekir.
Bizim boyacı çocuk, bilir haddini, saygısından edebinden vazgeçmez, ekmeğinden, hakkından da ödün vermez. İşinin ehli olmaya adamıştır kendisini, kırk yıllık boyacı gibidir zaten. Ayakkabısını uzatana hal hatır eder, naneli şeker ikram eder.
Bu sandık, kısa tarihine rağmen ne çok şey görmüştür. Bizimkinin yareni, sırdaşı olmuştur. Bayram arifelerinde, yağmurlu günlerin akabinde sandık coşmuş, kara kışın kara bulutlu zamanlarında elimize dualar koymuştur. Bu sandığın önünden günler boyunca ne adımlar atılır geçer, her birinin ayrı bir hikâyesi ve kiminin daha yaşanmamış, yazılmamış bir hayatı vardır. Her ayakkabı, aslında ele verir ne yaşadığını ve saklar yüzünü sahibinin.
Boyacı çocuk ve ben, ne zaman karşılaştık hatırlamıyorum. O kimdi ve ben neden hep ellerim boyalı dönüyordum evime? Omuzlarımda kopmaya yüz tutmuş o ipin izleri neden derinleşiyor git gide ve her akşam iki ekmek parası nasıl da kalıyor cebimde? Ne zaman çıksam yola, kaldırım kenarında oturuyorum, o bağırıyor bağırdıkça boğazım yanıyor.
Boyacı çocuk ve ben, her öğle yemeğinde beraberiz. Öğünümüz hep aynı; evden katılan bir parça çökelek ve bakkaldan alına yarım ekmek… Lakin hep aynı yarım ekmek… Ben mi aç kalıyorum o mu doymuyor bilmiyorum. Buna rağmen, hangi caddede bereket var, hangi kaldırım bizim değil çok iyi biliyorum. Ne kadardır sürüyor bu yarenlik a çocuk?
İnsanlar gelip geçiyor önümüzden, sandığa uzanacak bir ayakkabı bekliyor çocuk. Umut dolu yüreği ve hüzün, düştüğü yol ona dair bir öykü, gerçek bir öykü belki öykü olamayacak kadar gerçek… Dalıp giderken uzaklara bazen, bir şiir tutturuyor sılaya dair “annem, kardeşime ninni yerine söylüyor” diyor. Bir ıssızlık çöküyor sonra diline, ağlayacak mı diyorum, yok asla, hiç görmedim ben ağladığını ve oysa ben onun yanında döktüm en mahrem gözyaşlarımı.
Yağmur sonrasını umutla bekleyen o çocuk, yağmuru, sonrasından daha çok seviyor biliyorum. Onunla ıslanmışlığım var nisan yağmurlarında. Kardeşine elma şekeri almayı da çok sever ve ben de çok severim oysa. Gülümserken bile ıstırap dolu bir heybe var sanki bakışlarında ve o heybe sanki hep benim omzumda.
Unutmam, omuzlarımızın ıstırap dolu olduğu bir gün; yine aynı köşede, yarım ekmeğimiz ve yağmur bittikten hemen sonra, beklemeye başladık boya sandığımızla. İnsanlar gelip geçiyor yine ve süratlice. Hangi hayata yetişecekler ve yetişilen hayat hangisidir bilmeden… Bir adam geliyor, üç beş kişi arkasında, esip gürlüyor etrafına, duruyor önümüzde; beğenmiyor bizi, yakıştıramıyor şehrine. Kaldırın diyor hiddetle… Ve bir tekme…