Tabiat olayları, bizim yaşadıklarımızdan bağımsız değildir
Deprem olaylarından sonra tv ekranlarında yapılan “bilimsel” ve “biçimsel” açıklamaları ve açık oturumları dinlediğinizde çoğunun birleştiği ana nokta “Depremlerin normal bir doğa hadisesi olduğu, insanların işlediği günahlardan dolayı Allah’ın onlara bir uyarısı filan olmadığı, yani âmiyâne ifadesiyle deprem ve benzeri tabiat olaylarının Allah’la mallahla ilişkisinin bulunmadığı”dır.. Çok az denecek istisnayı bir tarafa bırakacak olursak, yaklaşık bütün jeologlar, jeofizikçiler, sismoğraflar aynı temayı işlerler. Yanlarına aldıkları kriz dönemlerinin aranan ruhanileri, bildik ilahiyatçı simaları veya sözüm ona “İslamcı-tarihçi yazarları” da kullanarak bu işin günahla, Allah’ın uyarısı ile bir ilişkisi olmadığını onlara anlattırmayı da ihmal etmezler. Ve tek sorumlu bulurlar: Müteahhitler... Onlar, evleri sağlam yapsalardı kimsenin burnu kanamayacaktı... gibi kehanetlerle, alınması gereken asıl derslerin üzerine şal örtmeye çalıştılar.
Elbette müteahhitlerin hırsızlıklarını alkışlayacak değiliz. Onlar dürüst olup teknolojinin, mühendislik ilminin ve jeolojinin öngörülerine uygun, depreme dayanıklı evler yapmakla mükelleftirler. Ama bütün bunlar, yerkürenin tedvirini Allah’ın elinden almak ve dünyayı kullara ihale etmek anlamına gelmez. Tedbir, takdire engel olamaz. Allah, mülkün sahibidir. O, tasarrufu konusunda lâyüseldir, kimseye hesap verecek değildir.
Biz bu konuya metafizik boyutuyla bakmak istiyoruz. Deprem olaylarının fiziki yönünün yanında, fizik ötesi yönünün de olduğunu vurgulayacağız.
Bazı bilim adamları, “Eğer deprem bir cezalandırma ise henüz dünya üzerinde insanlar yaşamadan önceki yerkürede meydana gelen kırılma, yarılma ve deprem hareketleri, kimi cezalandırmak içindi?” diye bıyık altından gülüp alay ederek itirazlarını dile getirmektedirler. Şunu baştan belirtelim ki, yeryüzünde insan yaratılmadan önce, depremler bir azap, yok etme ya da uyarı aracı olmayabilir. Fakat insanoğlu yaratıldıktan sonra deprem, sel, rüzgâr, büyük gürültü peygamberleri yalanlayan kavimler için birer azap aracı olmuştur. Az çok okuma yazması ve imanı olan birisi, bir Kur’an meali alıp peygamber kıssalarını anlatan bölümleri -mesela Hud Suresi’ni- okuduğunda bunu açıkça görecektir. Yüce Allah, En’am suresinde adeta bu dediklerimizi özetler mahiyette şöyle buyurmaktadır: “De ki, O Allah size üstünüzden/gökten ya da ayaklarınızın altından/yerden bir azap göndermeye veya fırka fırka ayırarak kiminize, kiminizin şiddet ve terörünü tattırmaya kadirdir.” (6/Enam:65).
Bir hadisi şerifte şöyle buyurulur: Rasûlüllah’ın (sav), bütünüyle namaz kıldığı bir gecede, fecirle birlikte selam verdiğinde ona; “Ya Rasûlallah! Bu gece o kadar namaz kıldınız ki, daha önce böyle namaz kıldığınız görülmedi” diye sorulunca şöyle buyurdu: “Evet, o ümit ve korku namazı idi. Rabbimden üç şey istedim, bana ikisini verdi birini vermedi. Rabbimden, BİZİ BİZDEN ÖNCEKİ ÜMMETLERİ HELAK ETTİĞİ ŞEY İLE HELAK ETMEMESİNİ istedim, bunu bana verdi. Rabbimden, dışımızdan bir düşmanı bize galip getirmemesini istedim, bunu da bana verdi. Bizi fırka fırka ayırmamasını (ümmetimin bir birine düşürülmemesini) istedim, bu isteğimi kabul etmedi.” (Müslim, Fiten 5, Hadis no:2890; Tirmizi, Fiten 14, Hadis no:2175)
Bu hadisten anlaşılıyor ki, Yüce Allah, Peygamber’ine bir onur ve şeref vesilesi olarak iki hususta garanti vermiş ve duasını kabul etmiştir:
1- Nuh kavminin, Firavun ve ordusunun helakine sebep olan suda boğma, bütün ümmetleri helak eden şiddetli açlık ve kuraklık, üstlerinden taş yağdırma, ayakları altından yerin dibine geçirme örneklerinde olduğu gibi, önceki milletleri helak ettiği şeylerle ümmetini toptan helak etmeyeceğine dair söz vermiştir.
2- Onlara, varlıklarına son verecek, onların toptan kökünü kazıyacak, kendilerinin dışından harici bir düşman musallat etmeyeceğine dair söz vermiştir. Fakat peygamberimizin Rabbinden isteyip de Rabbinin reddettiği, O’na söz ve garanti vermediği bir isteği daha vardı ki, o da: “Bu ümmeti fırka fırka ayırarak şiddet ve terörlerini kendilerine dönük yapmamasıydı.” Rabbi O’nun bu isteğine icabet etmemiştir. Bilakis bu durumu sosyal kanunlara ve sebep-sonuç ilişkisi kuralına bırakmıştır. Yani ümmet bu noktada kendi kendine bırakılmıştır. Allah, ümmeti hiçbir şeye zorlamamış ve bu konuda ona ayrıcalık tanımamıştır. Eğer ümmet, Rabbinin: “Topluca Allah’ın ipine sarılın” (3/Al-i İmran:103) emrine, Rasûlü’nün buna benzer talimatlarına, Kitab’ın çağrısına icabet ederse, sözü bir olur, safları toplanır, izzet ve güç kazanarak egemenliği ele alır. İslam’ın kendisinden olan beklentisini gerçekleştirir. (Yusuf el-Karadavi, İhtilaflar Karşısında İslami Tavır, s. 102)
Bütün bu açıklamalardan anlaşılan o ki, Yüce Allah, Muhammed ümmetini günahından ve inkârından dolayı topluca helak etmeyeceğini peygamberine söz vermiştir. Yıllar önce vuku bulan Marmara vb. depremlerle, şu günlerde doğu ve güney doğudaki on ilimizde yaşanan mahallî afetler, toplu helak değildir. Sadece olsa olsa uyarı mahiyetinde yerel bir olay olabilir. Toplu helaklerde, inanmayanların tamamı topluca yok olmaya mahkûmdur. Fakat bu tür olaylarda Mü’min-Kâfir-Münafık, günahkâr-günahsız ayırt edilmeden o bölge sakinlerinin hepsi muhatap alınır. Eceli gelen ölür, eceli gelmeyen kalır. Mü”minler için bu felaketler, şehitlik mertebesi kazandırırken, kâfiri cehenneme yollar. Kalan mü’minlerin imanını artırırken, kâfirlerin de küfrünü ziyadeleştirir.
Günahların ve azgınlaşmanın da toplu ve bölgesel uyarılarla ilişkisi vardır. Bu konuya ışık tutan Yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır: “Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin akıbetinin nasıl olduğunu görsünler. Onlar kuvvet ve yeryüzündeki eserleri yönünden bunlardan daha da üstündü. Böyleyken Allah onları GÜNAHLARI YÜZÜNDEN YAKALADI. Onları Allah’ın gazabından koruyan da olmadı.” (40/Mü’min: 21)
“Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz bütün imkânları kendilerine verdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmurlar indirip evlerinin altından ırmakları akıttığımız nice nesilleri helak ettik. BİZ ONLARI GÜNAHLARI SEBEBİYLE HELAK ETTİK ve onların ardından başka nesiller yarattık.”(6/En’am:6).
Bu ayetlerde yüce Allah, geçmiş kavimlere verdiği nimetleri bildirmekte ve bu nimetlere nankörlük edip Allah’a isyan edenlerin sonunda helak olduklarını haber vermektedir.
Sözün özü şu ki; Yüce Allah’ın ilmi ve iradesi dışında bir yaprak bile dalından düşmezken (6/En’am: 59), on binlerce insanı etkileyen, binlerce ölü ve yaralı bırakan depremleri sadece müteahhit hatalarına bağlamak, fay kırılmalarının tesadüfleriyle izah etmek, mülkün sahibi olan Allah’ı görmezlikten gelmek olur. Fay hatlarının ne zaman, ne şekilde ve nerede kırılacağını ilmi ezelisiyle bilen, takdir eden ve kaidesini koyan Yüce Mevla’nın “tabiat olayları” dediğimiz bu hadiseleri hem dünyanın enerji dengesini korumak, hem de ibret olsun diye lokal olarak helak aracı kılmak gibi bir hakkı olsa gerektir. Yeryüzü hâkimiyetinde hüküm koyma hakkını Allah’tan alanlar, Allah’ı dünya işlerine karıştırmayan laik-seküler müşrikler, yer kürenin tedvirini/sevk ve idaresini de O’na çok görürler. Muhatabımız onlar değildir. Bizi üzen, bazı müminlerin de, Allah’ı bazı işlerine karıştırıp bazı işlerine karıştırmayan bu laik ve seküler çağdaş müşriklerin dümen suyuna girerek -gafleten ve cehaleten- onlar gibi düşünmesidir. Unutmayalım ki, Allah hayata her zaman müdahildir. Dolayısıyla tabiat olayları, bizim yaşadıklarımızdan bağımsız değildir.
Rabbimden doğu ve güneydoğudaki on ilimizde vuku bulan depremde şehit olan mümin kardeşlerimize rahmet, yaralılarımıza da acil şifalar dilerim. Mevlâm bizleri böyle felaketlerle bir daha imtihan etmesin.