PENSİLVANYALI VAİZİN ÇİFTLİĞİ
Yargılamanın ilk ve vazgeçilmez kuralı, dinlemek ve anlamaktır. Dünyanın en kötü mahkemeleri bile, yargı bildiriminden önce suçluyu dinler. Hiçbiriniz mahkeme değilsiniz elbette; ama birey olarak birini suçlamak istiyorsanız, bunun yolu yine aşağı yukarı aynıdır: Ya gidip kendisiyle görüşürsünüz, ya varsa kitaplarını okursunuz ya da konuşmalarını dinlersiniz. Hakkında edindiğiniz izlenim ve kanılar size uymuyorsa terk edersiniz. Bunların hiçbirini yapma şansınız yoksa en azından onu iyi derecede tanıyanlardan bilgi alırsınız; ama düşmanlarından değil… Çünkü düşman daima önyargılıdır. Ondan nefret ettiği için, yaptığı her şeyi kötüleme eğilimindedir. Nefreti sağduyusunu kör etmiş olduğundan, onun faziletlerini görmezden gelir, buna karşın en küçük hatalarını büyütür, hatta iyiliklerini bile kötüye yorar. Sevmediğimiz kimsenin iyiliklerinin ardında bile kötü bir niyet ararız…
Hayatında o vaizin bir tek kitabını okumamış, bir tek konuşmasını dinlemeye tahammül edememiş, önyargısızca anlamak için soğukkanlılık içinde bir dakikasını bile harcamamış birinin onun hakkında ulu orta yargılarda bulunmasını hiç kibar bulmuyorum. Lütfen yargılamadan önce birkaç kitabını okuyun ya da birkaç konferansını dinleyin. Korkmayın, kitaplar sizi ısırmaz. Bunu yaptığınız takdirde, kaybedeceğiniz tek şey önyargılarınız olacaktır.
Bazıları onun Amerika’da kocaman bir çiftlikte sefa sürdüğünü söylüyorlar. Bu kimseler arasında bazı Müslümanların da bulunduğunu görmek son derece ıstırap verici bir şey!
Bakın! Bu fakirin şu ana dek yayınlanan yedi kitabından bir teki bile NT mağazalarına sokulmamıştır. Bu sözleri, buna rağmen söylüyorum. Çünkü bildiğim bir doğruyu söylemekten çekinmem. Çünkü doğru kişisel çıkarlarımızla örtüşmek zorunda değildir. Çünkü bırakın bir Allah dostunu, alelade bir Müslüman hakkında bile haksız yere ithamlarda bulunmak, Güllerin Efendisi’nin ahlak ilkelerine tümüyle aykırıdır. O erdem ve masumiyet abidesi ki, her gün etrafında dolaşan münafıklar hakkında bile tek kelimelik bir gıybette bulunmamıştır.
Gelelim çiftlik meselesine…
Öncelikle müsaade edelim de, Türkiye Cumhuriyeti adına ve onuruna evrensel çapta bir eğitim organizasyonu kurmayı başardıktan sonra yorgun, bitkin ve hasta düşmüş, artık yirmi beş basamaklı bir merdiveni çıkıncaya kadar üç kez durup dinlenmek zorunda kalan yaşlı bir adama talebeleri iyi baksın… O bunu hak ediyor.
İkincisi, dünya zevki namına bir şey tatmamış, milletinin himmeti yolunda koşturarak yaşadığı fırtınalı yaşamın yollarında eli bir kadının eline değmemiş, kendi çocuğunu kucağına alıp sevmenin tadına ermeye bile fırsat bulamamış yetmiş yaşında bir adam sarayda otursa ne yazar? Kaldı ki, bu adam her ay kendi maaşını bile öğrenci hizmetine bağışlayan biridir. Bilmeyenler, bunu da öğrenmiş olsunlar. Üçüncüsü, orada oturduğu yer bir çiftlik değil, sadece bahçeli bir evdir. Yani saray değil, oradaki pek çok ortalama yurttaşın da oturduğu cinsten bir konuttur.
Her zaman söylüyorum: Mustafa Kemal, Türkiye’dir. Necip Fazıl, Türkiye’dir. Nazım Hikmet, Türkiye’dir. Bediüzzaman Said Nursi, Türkiye’dir. Nihayet Fethullah Gülen, hiç kuşkusuz Türkiye’dir.
Ve hepsi de Türkiye kadar aydınlık ve güzeldir! Lütfen birazcık olsun iletişelim!