ARTIK, SONSUZA DEK ÜŞÜMEYECEKSİN!
Aşağıdaki olay, dünyanın adını iyi eğitim görmüş pek çok kimsenin bile duymadığı küçücük ülkelerine kadar yayılmış bulunan başarılı Türk okullarından birinde görev ve hizmet yapmak amacıyla Anadolu’dan kalkıp giden gencecik, çok ince ruhlu, fedakâr ve gayretli bir öğretmenin gerçek öyküsüdür.
Kişisel olarak şu kadarını söylemeliyim ki, bugüne dek dinlediğim en etkileyici hikâyeydi. Gözlerim satırlar boyunca aşağıya doğru inerken, gözyaşlarım yanaklarımdan habersizce süzülmeye başlamıştı… Eminim, size de ışıl ışıl cennetsi duygu ve düşünceler katacaktır. Sonuna kadar önyargısızca okumanızı öneririm.
ARTIK, SONSUZA DEK ÜŞÜMEYECEKSİN!
Adı, Cemil’dir. Üniversiteyi başka bir şehirde okumuş ve annesi yıllar boyu okulunu bitirip yanına dönmesini özlemle beklemişti; fakat okulunu bitirip döndükten sonra, bu kez de öğretmen olarak Sibirya’ya gitmeye karar vermişti. Bu yaşanmış öykünün devamını, yayınlandığı dergiden olduğu gibi aktarıyorum:
“Gitmeliyim anne!” demişti. “Bu insanlık davasına, ömrümü vermeliyim. Sen de, evladını vermelisin. Tıpkı bizden öncekilerin ömürlerini, servetlerini, oğullarını verdikleri gibi…”
Anadolu kadını… Onu dinledikçe hak vermiş ve:
“Git oğlum!” demişti. O gün Bilecik istasyonunda, oğlunu cepheye uğurlayan bir anayı andırıyordu. O da, Sibirya’nın buz iklimine Anadolu’dan sıcacık bir esinti olarak gitmişti.
Yola çıkacağı günün akşamında, annesi oğlunun başını dizine koymuş, tıpkı çocukluğunda olduğu gibi saçlarını sevgiyle okşamıştı. Sonra, çeyiz sandığını açarak içinden köstekli bir saat çıkardı.
“Al oğlum…” dedi. “Bu, babanın yadigârıdır. Ona da, babasından kalmış. Bu aile yadigârına baktıkça anneciğini hatırlar, babana da dualar edersin.”
Cemil, onun ellerini öpüp yüzüne sürdü.
“Seni hiç unutur muyum anne?” dedi. Sonra, ayağa kalktı. Çantasından, bir çalar saat çıkardı.
“Madem öyle, ben de sana kendi saatimi bırakayım. Bu, herhangi bir saat değil ha! Kalbimin nabızları ile beraber atar. Bu halkalar da benim eserim” diyerek saatini ona verdi.
Saate, üç tane döner halka takmıştı. Bu halkalardan, saatin merkezine birer ok uzanıyordu. Birinci halkada “sabah”, ikinci halkada “kuşluk”, üçüncü halkada ise yalnızca “T” yazılıydı. Mevsimine göre ayarlanmış haliyle, bu halkalar saatin üstünde sabit duruyordu.
Yeni bir anlayışla hayata gözlerini açtığı günden beri, sabahleyin uyanınca saati kuşluk halkasına kurar, gece yatınca da saati “T” halkasının üzerine getirirdi. Bunu annesine anlattıktan sonra:
“Sen de aynısını yapar, bana dua edersin” dedi.
Daha nice şeyler konuşmuşlardı o gece. Sabahleyin erkenden annesi onu uyandırmış ve uğurlamıştı. Şafak vakti evden ayrılıp uzaklaşırken, karanlığın üzerine sefere çıkmış bir ışık savaşçısını andırıyordu. Güneşi henüz doğmamış yerlerin güneşini uyandırmaya gidiyordu sanki.
Kadıncağız, uzun zaman bekledi. Tam da bu gidişin dönüşü olmayacakmış gibi düşünmeye başlamıştı ki, birdenbire sevgili oğlunu karşısında buldu. Her ananın yaptığı gibi, kollarını açabildiği kadar açtı ve onun boynuna sarıldı. Neden sonra, karanlığa açıldı gözleri.
“Yavrum!” diye inledi ve ağır ağır doğruldu yatağından. Saat, “T” halkasının gösterdiği noktaya geliyordu. “Bu gece, sahibin uyandırdı beni. Sana ihtiyaç kalmadı” diyerek saatin düğmesini kapattı. Abdest alıp seccadesini serdiğinde, gözü bir kez daha saate takıldı. Akreple yelkovan, yerlerinde duruyordu. Üçe on kalayı göstermekte olan saati eline alıp baktı. Hayret! Cemil’in saati durmuştu. Anlatılmaz duygularla:
“Yavrum!” dedi. “Nereden bildin saatin durduğunu da gelip anacığını uyandırdın?”
Huşu içinde, Hakk”ın huzuruna durdu. O gece, içini ayrı bir hal kapladı. Sabaha kadar, dua dua yalvardı Allah’a…
Birkaç gün sonra, ürkek dokunuşlarla kapısı çalınmaya başladı. Eski evin merdivenlerini gıcırdata gıcırdata inip kapıyı açtı. Karşısında, nur yüzlü iki genç duruyordu. Uzun boylu olanı, ancak duyulacak bir sesle:
“Hasibe Anne siz misiniz?” diye sordu.
“Evet…”
“İçeriye girebilir miyiz Hasibe Anne? Biz Cemil’in arkadaşlarıyız.”
Hasibe Annenin gözleri parladı. Sevinçli bir telaşla:
“Tabii tabii! Buyurun evladım!” dedi. Ardından, heyecanla sordu: “Cemil… Cemil de geldi mi? O nerede?”
“O gelmedi Hasibe Anne…”
“Ama, bu elinizdeki onun çantası?!”
İkisinin bakışları da, çaresiz yere indi. Bu ne çetin bir şeydi! İlk konuşan, kendini zar zor toparladı.
“Hasibe Anne… Evet, bu onun çantası; ama…”
Devamını getiremedi. Acılı kelimeler, yaş olup indi gözlerinden. Hasibe Anne, her şeyi anlamıştı bile. Gözyaşının dilini, bir anneden daha iyi kim bilebilirdi ki?! Olduğu yere yıkıldı. Sonradan, ağlayışları kim bilir ne kadar sürecekti!
O an, derin bir tevekkül içinde:
“Allah’tan geldik; yine O’na döneceğiz” ayetini okudu. Sonra:
“Nasıl oldu?” diye sordu.
“Biraz hastaydı. Doktora götürdük. İlk başta, durumu iyiye gidiyordu. O akşam da çok iyi görünüyordu. Hatta, öğrencileri ziyaretine gelmişlerdi. Onlar gittikten sonra, ‘Kendimi yordum galiba’ diyerek odasına çekildi ve bir daha uyanmadı.”
“Peki ya naaşı?” Yine bir gözyaşı nöbetine tutuldu Hasibe Anne. Devamını getiremedi. Uzun boylu olan genç, kendisine bazı kağıtlar uzatarak:
“Sabahleyin, naşının başında bunları bulduk. Vefat edeceğini önceden anlamış gibiydi. Hemen ertesi gün öldüğü topraklara gömülmek istediğini yazmış bu sayfalara. Biz de, oğlunuzun bu denli ısrarla istediği bir şeyi geri çeviremezdik. Bu yüzden, onu okulumuzun bahçesine defnettik. Çok sevdiği öğrencilerini seslerini duyabileceği bir yere…”
Sonra, cebinden köstekli bir saat ve bir zarf çıkarıp Hasibe Anneye uzattı.
“Bunları da size bırakmış Hasibe Anne. Bu, oğlunuzun saati, bu da size yazmış olduğu son mektup…” dedi.
Hasibe Anne, saati avucuna alacak şekilde zincirini koluna doladı. Ardından, titreyen elleri ile mektubu aldı; dudaklarına götürüp öptü ve uzun uzun ağladı. Her şeye rağmen nezaketini koruyarak:
“İzin verir misiniz evlatlarım?” dedi ve kalktı. Oğluyla son kez konuştukları sedirin üzerine oturdu. Oğlunun başı dizinde, gitmeden önce söylediği sözler bir kere daha çınladı kulaklarında:
“Artık bundan böyle, sana dua etmek, ban da bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşturmak düşer. Ve belki de bir gün, cennette zümrütten sedirlerde otururuz anne! Ben, yine başımı böyle dayarım dizine. Sen de bir yandan saçlarımı okşar, bir yandan da ninniler söylersin bana. Bir anne için evladının başını dizlerine yatırarak okşamak ve bir evlat için de zaman sınırları olmayan bir dünyada annesinin içten ninnisini dinlemek ne muhteşem bir duygu!”
Zorlukla açtı oğlunun mektubunu.
“Anacığım!” diye başlıyordu Cemil. “Bu mektubu, ömrüm bitmeden tamamlayabileceğimden emin değilim. Doğrusu, bu mektubun ikimizin arasında bir sır olarak kalmasını isterim. Meğer buralar ne kadar soğukmuş anne! İliklerim dondu! Üşüyorum, hem de çok üşüyorum!
Şu sırada, bu mektubu hasta yatağımdan yazıyorum sana. Akşamüstü, öğrencilerim ziyaretime geldiler. Şifa bulmak için, dua etmelerini istedim. Bir dua edişleri vardı ki anne, görmeni çok arzu ederdim. Demek istediğim şu ki, bin tane canım olsaydı ve bin tanesinin de bu dondurucu soğukta buz keseceğini bilseydim, yine de buralara gelirdim anne…
Bu akşam, seni çok aradım. Burada olsaydın, nane-limon kaynatır, beni terletirdin; ne var ki, artık burada olmayışına yanmıyorum. Nedenini bilmeye hakkın var, biliyorum: Bir ara dalmıştım. Birden, odamın kapısı açıldı. İçeriye, nurdan bir abide girdi. O, Güllerin Efendisi idi. Görür görmez ayağa fırlamak istedim; ama kalkamadım. Dermanım yoktu.
‘Üşüdün mü Cemil’im? Çok mu üşüdün?’ dedi. Bana, ‘Cemil’im’ dedi anne… ‘Cemil’im’ dedi… Üstünden kendi hırkasını çıkarıp, bana giydirdi ve ardından da: ‘Gel’ dedi. ‘Artık, sonsuza dek üşümeyeceksin.’
Davetine uyup gideceğim anne. Giderken, belki sana da uğrarım. Benim için üzülme lütfen. Ben de, senin için üzülmeyeceğim. Beni uğurlarken, ‘Allah’a emanet ol!’ demiştin ya… Şimdi, ben de seni O’na ve Sevgilisine emanet ediyorum. Bana bir Fatiha oku ve Allah’a emanet ol anneciğim…’”
Oğlun CEMİL
(Sızıntı, Nisan 2006, Sayı: 303, s: 30-31)