Hakan Bahçeci
Hakan Bahçeci Neler yitip gitti

Neler yitip gitti

            Mahallenin en şirin eviydi o; iki katlı, cumbalı, duvarları kerpiç, ahşap merdivenli eski ev. Küçük bir bahçesi vardı evin, çiçeklerle dolu, içinde iki elma iki erik bir de kayısı ağacı vardı. Bir evi “eski ev” yapan nedir sahi? Duvarlarının çatlaması, boyalarının dökülmesi ya da misal yarım asır önce bina edilmiş olması mı? Yok hayır… Böyle değildir Paşam. İçinde artık birileri yaşamıyorsa bir ev eskidir. Misal saksılarda çiçek yetişmiyorsa, kahve kokusu sarmıyorsa mutfağı ya da komşular bir tabak aşure göndermiyorsa, perdeler bahar yeliyle esmiyorsa o ev zaten eski bir ev olmuştur.

            Mahallenin o şirin evinde vaktiyle koca bir aile yaşadı illaki, iki oğlan bir kız üç evlat yetişip gittiler. Biri askerdi diğeri mühendis, kızları zengin bir tüccara gelin ettiler.  Bir kör bir ayvaz kaldılar evde iki ihtiyar. Bey amca yakalandı bir amansız hastalığa, vesilesi oldu bu dert, teslim etti emaneti. Geride gözünün yaşıyla, kadere razı ve mutmain kalbiyle sabır çeken bir ihtiyar kadın kaldı. Tek başına kaldı; söylenti bu ya bakan çıkmamış üç evladın arasında ne uğrayan olmuş ne soran. Huysuz dediler, geçimsiz dediler çevreden, ne demek “geçimsiz” ben anlamadım o vakitler, üstünde çok da durmadım zaten.

            Çocuktuk bu hikâyeyi duyduğumuz zaman. Çocuktuk ya; bizim için bu hikâyede o şirin evdi baş kahraman. Kilitli olmazdı bahçe kapısı, ne zaman canımız istese girer bahçeye, sığınırdık o eski eve. Bahar geldi mi hele ne çok sevinirdik; ağaçlar çiçek açardı, misler gibi kokardı bahçe. Kayısı ile başlar, can eriklerden devam eder elma ile bitirirdik mevsimi. Evin sahibesi bir tek bize kızmazdı, kızmak ne kelime, sevinirdi bizi görünce. “Tek ki incitmeyin ağaçları, kırmayın dallarını yiyin doya doya, bir elma da bana getirin hele” der bir de üstüne şeker koyardı ceplerimize. Bense kerpiçten duvarlarını çamur sıvalı halini severdim evin. Evin yanına gelince parmak uçlarımı duvarın üstüne koyar öyle yürürdüm, evin de beni hissettiğine inanırdım.  

            Yıllar geçip gitti savrulduk hayat gailesi peşinde. Kâh başka semtlere kâh başka şehirlere düştü yolumuz. Bense kopamadım mahalleden, gidemedim bir yere, hep bir bahane hep bir engel vesile. Belki de cesaret edemedik ananın babanın yanından ayrılıp gitmeye. Girdik bir fabrikaya başladık çalışmaya. Hayat telaşesi işte, peşine düşmeye gör…

            O şirin evin önünden gelip geçtim yıllarca. Güler yüzüyle pencereden bakardı her sabah evin sahibesi, çökmüştü iyice. Bir kardeşi vardı o gelip giderdi, o çekip çevirirdi işleri. İki ekmek aldırırdı bana bazen, arada kahve söylerdi.

            Yağmurlu bir eylül sabahı fark ettim; bahçesinde büyüdüğümüz o evin içine hiç girmemiştim. Ne misafirliğe gitmiştik ne bayram ziyaretine. Biraz kendime kızdım biraz ihtiyar kadına biraz da hayıflandım. Dedim bir sabah kadıncağızı ziyaret edeyim. Demekle olmuyor azizim, eylem gerek nitekim. Kaç güz geçti bilmem, o son mevsim, çıkmaz oldu kadıncağız cama pencereye sonradan öğrendik damadı bir huzur evine yatırmış. Meğer tutturmuşlar çocuklar evi satalım diye, kadın karşı çıkmış, kopmuş bir vaveyla. Velhasıl o gidince vuruldu kilit, bahçe kapısına.

            Mahallede çok şey değişti, gidenler hep derin izler bıraktı, gelenler eskileri tanımadı. O şirin evi de tanımadılar. Eskiliğinden şekva eder oldular, viran bıraktılar. Önce kayısı küstü sonra erikler nihayet kurudu elmalar. İçinde yaşayan olmayınca evler de nefessiz kalıyor paşam. O şirin ev de nefes alamadı. Kerpiç duvarları döküldü önce, ahşap merdiven yıkıldı, cumbası çöktü çökecek.

            Dün sabah aynı yolu yürüdüm, bir büyük boşluk çıktı karşıma, içimde oluşan boşluk daha mı büyüktü ne? Mahallenin o eski şirin evi yıkılmıştı bir gecede, ev değildi artık bir yıkıntı idi sadece. Bir parça kerpiç aldım elime dokundum sessizce.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi