Kazanalım derken kaybetmeyelim
Bugünle dünü, geçmişle geleceği kucaklaştırmak için, yıkılan köprüleri yeniden kurmak gereklidir. Tarihin garip cilvesidir ki, neslimiz içerisinde, geçmişi kendileri için yüz karası görenler olduğu gibi, tarihî mefâhirimizi olduğundan fazla gösterip kutsayanlar da vardır. Zihinlerimizi her iki aşırılıktan da kurtararak dünü, bugüne taşırken, ya da bugünü dün ile anlamlandırmaya çalışırken, taşları yerinde kullanmalıyız. "Tarih, ne övünmek ne de yerinmek içindir." Tarih, ibret alındığı ölçüde bir mana ifade eder.
Laik bir sistemin göğsünden emerek beslenen bir neslin değer yargısına göre "Biz cumhuriyetle doğduk, onunla varız ve onunla var olacağız." Hâlbuki Müslüman Türk milleti olarak bizim mazimiz, bu kadar güdük değildir. İslam’la müşerref olduktan sonra, O’nu dört kıtaya ulaştırma şerefini üzerimizde taşımaktayız. İslam’a hizmet etmiş olan geçmişimizi hayırla yâd eder ve onlar gibi olmaya çalışırız. Hatalarını bir tarafa bırakır doğrularını günümüze taşırız.
Dünün değerleriyle, bugünün değerlerinin iyi tahlil edilmesi gerekir. Dünün insanı, ezici çoğunluğu ve hâkim otoritesiyle, İslamî değerlerin neşvü nema bulması, devamlı gönderde kalması, dünyaya sulh ve sükûnet getirmesi için malını, canını, devletini ve ordusunu ortaya koymuşken; bugünün insanının azımsanmayacak kadar kesimi de malıyla, canıyla, laik anlayışıyla İslamî değerlerin kamusal alanda yer almaması için seferberdir.
Bütün bu hal ve şartlarda, geçmişteki değerlerimizle bugünü buluşturmak ve barıştırmak için köprüler nasıl kurulmalı, yeni neslimize yaklaşımımız nasıl olmalıdır?
Sağır sultanlar bile duydu ve biliyor ki, bir asırdır neslimizi "RUH KÖKÜNDEN" uzaklaştırmak için, her türlü operasyon uygun görülmüştür. Vitrinde Müslümanlar boy göstermeye başladığı zaman "irtica" tehlikesi vaveylâsıyla ortalık "derin devlet" tarafından toz duman içinde bırakılmıştır. Dinî eğitim veren kurumlar baltalanmaya çalışılmış, yükselen İslamî değerlerin önü kesilmeye gayret edilmiştir. Bütün bu olumsuz dayatma ve yıldırmalara rağmen, İslamî değerler, toplumda ma’kes bulmaktadır. Çünkü İslam, her zaman dünya gündemindedir. İnsanlığın İslamlaşma süreci durdurulamaz. "İnşaallah istikbal inkılabâtında en gür sadâ, İslam’ın sadâsı olacaktır."
Tek tip insan yetiştirmeyi hedef alan resmî ideolojinin tezgâhından geçirdiği insanlar içinden, imalat hatası olarak, İslam’ı bütün boyutlarıyla algılayan ve kamuya mal etmeye çalışan Müslümanlarımız vardır elhamdülillah. Mesela bizler bu imalat hatasının ürünüyüz. Allah’tan bir lütuf olarak "Dinin ibadetle ilgili kısmını kabul edip, muamelatla ilgili kısmını da zamanın değişmesiyle medeni kanun onun yerine geçmiştir." diyerek reddeden kişilerden olmayıp Allah’ın, Rasûlü ile gönderdiği Kur’an ve Sünnet temeline dayalı yüce İslam’ın kıyamete kadar "çağlar üstü mutlak bir nizam" olduğuna inanan Müslümanlardanız. Allah korusun, bizler de resmî ideolojinin istediği gibi olabilirdik. Bundan dolayı laik eğitim müesseseleri, medyası, yargısı ve derin devletiyle etkili ve yetkili bir kuşatmanın tesirinde kalarak, İslamî değerlerden mahrum ve mağdur edilmiş olan yeni neslimizle kucaklaşabilmek ve öze dönmek için, sağlam stratejiler oluşturmak zorundayız.
Geçmişten tevarüs yoluyla edindiğimiz Kur’anî değerlerle, günümüz insanını kucaklaştırmak için psikolojik ve sosyolojik bir takım unsurlara riayet etmemiz gerekir. Resmi ideolojinin mahrum ve mağdur ettiği insanımıza yaklaşırken, hüsnü muamele/güzel ilişki, şefkat, af ve müsamahayı elden bırakmamalıyız. Bütün bu değerler, İslam’ın bize kazandırdıklarıdır. İnsanımızı kazanmaya, onları “öz”e döndürmeye çalışırken, Kur’an’ın bize kazandırdığı, merhamet, affedicilik, müsamahakârlık, kaba ve katı olmamak gibi hasletlerimizi kaybetmeden bu işi yapmalıyız. Çünkü insan psikolojisi, kendine yapılan iyi muamele, yumuşak davranış, güler yüz, güzel söz ve tatlı dilden hoşlanır. Kendini bunlara layık gören kişiye yaklaşır ve onunla anlaşır. Kaba ve haşin davranış, kırıcı ve yıkıcı sözler ise soğutur, kaçırır, nefret uyandırır. Bu hakikati yüce Kitabımız şöyle ortaya koymaktadır: "Eğer sen kaba ve katı yürekli olsaydın, şüphesiz onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi bile." (3/Âl-i İmran:159).
Bu, insan tabiatının, psikolojisinin tabii bir neticesidir. İnsanlar çoğu kez, haklarını kazanmak için münakaşa ve mücadele yolunu tutarlar. Fakat bu, neticeye ulaşmak için en uzak yoldur. Birisinin üzerine sıkılmış yumruklarla gidildiğinde, karşı tarafın da iki misli sıkılmış yumruklarla karşılık vereceği unutulmamalıdır. Fakat aralarında ihtilaf ve görüş ayrılıkları, yaşayış farklılıkları olan insanlar, anlayış içerisinde oturup meselelerini tatlılık ve yumuşaklıkla halletme yolunu tuttukları zaman, mutlaka bir müddet sonra aynı noktaya geleceklerdir. (Dale Carneige, Söz Söyleme ve İş Başarma Sanatı, Trc. Ömer Rıza Doğrul, s. 162).
Şefkat ve merhamet ile muamele, katı kalpliliği yumuşatan, kin ve düşmanlığı eriten, nefretin yerine muhabbeti yerleştiren, insanları birbirine yaklaştıran ve bağlayan bir duygudur. Bütün bu yönleriyle ele alacak olursak, günümüzün İslami değerlere yabancı mağdur ve mahrum nesline, Müslüman; şefkat ve merhametle davranmaya mecbur olduğu kadar bir başka şeye daha mecbur değildir. Bütün bir insanlığa şefkat ve merhamet duymak, öylece davranmak, Kur’an’ın ve Sünnetin emrettiği bir husustur. (Bak: Bakara:157, 178, 218; Al-i İmran: 8, 107, 157; Nisa: 96, 175; Enam: 147, 154, 157; İsra: 24, 27, 82, 87. Buhari, Edeb 18, Tevhid 15; Müslim, Tevbe 14; Ebu Davud, Edeb 66-156, İbn Mâce Mukaddime 14).
İşte biz, Kur’an ve Sünnetin bize kazandırdıklarını kaybetmemek zorundayız. Yoksa kaybettiklerimizi kazanalım derken, kazandıklarımızı bile kaybedebiliriz.
Muhatabına şefkat ve merhametinin bir alameti olmak üzere Müslüman, şahsına yöneltilen hücum ve hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline fırsat geçtiği zaman intikam almaya kalkışmaksızın affedecek, seviyesiz ve cahilce yapılan itiraz, itham, zulüm, cefa veya talep ve isteklere karşı müsamahakâr bir ruhla muamelede bulunacaktır.
Mekke’nin fethinde Rasulullah’ın yaptığı ilk iş, Kâbe’yi putlardan temizlemek olmuştur. Namaz vakti gelip de Hz. Bilal Kâbe’nin damına çıkarak ezan okumaya başladığı zaman, bazı Mekkeliler gibi Attab b. Esîd de hiddetle homurdanarak şöyle diyordu: "Allah’a şükür ki, babam hayatta değil, hiç olmazsa şu bayağılığı görmüyor." Namazı müteakip, Peygamberimize daha önce yaptıkları bunca eziyet ve savaştan sonra, suçluluklarını idrak ederek mahcubiyet içinde başları yere eğik hemşehrilerine Hz. Peygamber: "Bugün siz, sorgulanacak değilsiniz. Gidiniz, hepiniz hürsünüz" dediği zaman kalabalık; heyecan, sevinç, aşk ve bağlılıkla coşuyor, biraz önce hiddetlenen Attab, herkesten önce atılarak imanını haykırıyordu. Artık o, öylesine İslam’a bağlı idi ki, Mekke’den ayrılırken Hz. Peygamber, onu Mekke valiliğine layık görüyordu. (Hamidullah Muhammed, İslam Peygamberi, I/172).
Günümüz Müslümanı da Rasûlullah’ın yolundan giderek, kin ve düşmanlıklarını, grupçu görüş ve ayrılıklarını bir tarafa bırakıp muhatabını -şayet varsa- işlenmiş suçlarından dolayı affetmesini bilmelidir. Yalnız af, zilleti kabul, müsamaha da İslamî prensiplerden taviz vermek olarak anlaşılmamalı, katiyetle böyle uygulanmamalıdır. İslamî esaslar ve cezalardan kesinlikle af ve taviz verilemez. Hırsızlık yapan Benû Mahzum kabilesine mensup kadının affı için yapılan girişime karşı Rasûlullah’ın kesin tavrını, “Benî Mahzum kabilesinin Fatıma’sı değil de kızım Fatıma dahi olsa elini keserdim” dediğini sahih hadislerden öğreniyoruz. (Bak: Buhari, Hudud 12; Müslim, Hudud 8,9; Ebu Davud, Hudud 4; Tirmizi, Hudud 6).
Müslüman olmak için kendilerinin namaz, zekât ve cihatla mükellef tutulmamalarını şart koşan Taiflilere, katiyetle "namazsız dinde hayır olmadığını" belirterek böyle bir tavizi kabul etmediğini de biliyoruz. (Bak: Ahmed b. Hambel, Müsned, IV/218).
İşte dünün mukaddes ve çağlar üstü mutlak değerleriyle, günümüz insanını barıştırmak ve buluşturmak, kısaca öze dönmek ve döndürmek için yukarda zikrettiğimiz psikolojik ve sosyolojik unsurlara azami özeni göstermeliyiz. Aksi takdirde laik ve kemalist eğitim sisteminin, İslamî değerler açısından mahrum ve mağdur ettiği bu insanlara, bir de biz tokat vurmuş oluruz. Unutmayalım ki, bizlerin varlık sebebi, imha değil, ihyadır. Tokat değil, merhamettir.