HÜKÜMSÜZ CÜMLELER
Söz kaldı elimizde, alabildiğine bedbaht âşıkların arkasından. Aşka mı hak verelim aşkı onlara nasip edene mi? Dünya, onların hikâyesini yazanların kalemiyle boyandı siyaha ve siyah elimizde kalan son renkti belki de maviye inat.
Kendinin anlaşılmadığından dem vuran insanoğlu âlemi anlamaya çalışırken düştüğü acizliği hangi kelime ile ifade edeceğine karar veremedi ve hiçbir sözlük bu ifadeyi kabul etmedi.
Kendini benim yerime koy dedi başı sıkıştıkça ve asla karşısındakinin yerine koyamadı kendini. Olmazdı nitekim ne ben sendim ne de sen o olabilirsin. Yan yana olsak bile bakış açımız farklı kaldı. Oysa aynı yere bakıp aynı şeyi görebilmek için yan yana olmaya gerek de yok belki, gözlerime bak anlarsın dedi Paşam.
Alınması gereken nefesler vardı ve her nefes ancak verildiğinde hayata anlam katıyordu. Hastalığına şükreden adamın yanında daha zengin olmadığına hayıflanan adamın hayata kattığı bir anlam var mıdır acaba? Birini iki beşini on yapmaya uğraşan adamın kazandığından mı olacak sorgusu, sadakasından mı?
Öfkemize yenik düştüğümüz anlar var ve öfkemizin de bize yenildiği bazı anlar… Kime kabarsa öfkemiz, ümidimizden bir şeyler kaybediyoruz. Umut kayboldukça korkular sarıyor dört bir yanımızı, kaçırdığımız trenlerin arkalarından bakmaya mecalimiz kalmayınca korkuyla gidiyoruz her istasyona. Oysa umut ve korkunun arasında bir yerde bulmalıydı seni arayan.
Ne kadar ürkeğiz ve bu halimizle ceylanın ürkekliğine hayret ederiz. Arslan olmasa ceylan neden ürker? Biz kendi hayatımızdan ürküyoruz; terk edince sevdamız bir başına kalmaktan, ait olmadığımız bir yerde varmış gibi yapmaktan, karanlıktan ürküyoruz mesela, çok fazla ışıktan ürktüğümüz gibi. Ürkekliğime bir çare arıyor değilim, hekime de sormam çaresini, bulamamaktan korktuğum için…
Alışık olduğumuz ritmik düzenin bozulmasına razı değiliz. Merdivenlerin aynı yükseklikte olmasına, otobüsün hep aynı saatte gelmesine, çorabımızın aynı çekmecede bulunmasına öyle alışığız ki küçük bir bozukluk dengemizi bozup, zihnimizi allak bullak edebiliyor. Hep aynı yoldan gidiyoruz işimize, hep aynı yerde duruyor iş elbisemiz, masamızın üzeri hep aynı düzende, çayımızın demi, kahvemizin şekeri hep aynı. Paşam soruyor şimdi; Nasılsın? Hep aynı be Paşam, git gel işte…
Yorgun saatler yaşıyoruz, hızımız kadar yetişebileceğimiz kaygısı, kesin bir inanca dönüştüğünden beri süratimizi arttırma sevdasındayız. Nereye yetişeceksin sorusunu soran çok az ve bu soruya cevap verenler aslında çoktan yetişeceğimiz yere vasıl oldular Paşam.
Dingin bir hayat kalabilirdi bize, kaldı da nitekim. Paramparça ettik usul olmayı… Heyula bir akşam kızıllığında sükûnete ermiş bir zihne ve durgun bir yüreğe karşı ufka dalmayı beceremedik.
Söze gücümüz kaldı sadece, velhasıl hükmümüzün geçmediği söz, onu da kaybetmeye hakkımız da olmamalı haddimiz de. Şimdi hükümsüz cümlelerimizi, kalemi siyaha inat mavi yazan gökyüzü şairlerine bırakmalı Gözüm.