BİRAZ KONUŞABİLİR MİYİZ?
Bir konu üzerinde en az iki kişinin karşılıklı fikir belirtmesine konuşma diyoruz. Herkesin bildiği bu gereksiz tanımı niye yaptığıma gelince, konuşmanın ne demek olduğunu unuttuğumuzdan yeniden tanımlama ihtiyacı hissettim. Konuştuğumuzu sanıyoruz hazan yaprağı olmuş dilimizin çıkardığı hışırtıları duydukça. Hâlbuki esaslı bir konuşma yapabilseydik kaçışabilecektik bizi kovalayan her şeyden. Öpüşecek, ağlaşacak, dertleşecek, paylaşabilecek ve dövüşebilecektik. İki kişinin yaptığı her şeyi yapabilecektik yalnızlıklara inat. Başkalarıyla konuşup kendi başımıza ağlıyorsak, dertleştiğimizde yükümüz hafiflemiyorsa bilin ki henüz konuşabilmeyi başarabilmiş değiliz demektir.
Konuşabilmek için görüşebilmek de gerekir aynı zamanda. İki göz ortak bir noktada buluşmalı değişmeli bakışlar. Bakışı değiştirmeyen bütün kelimeler iki yüzlüdür. Sinirden gerilmiş asık suratımızla telefonun o ruhsuz tuşlarına söve söve bastığımız halde mecburiyet gülücükleri attığımız mesajlar iki yüzlülük değil mi? Şimdi buna konuşma mı diyeceğiz ? Ya da telefonda konuşan taraf ciddi ciddi bir şeyler anlatırken, onu dinleyen yemek karıştırmakla meşgulse, ya da sesini kıstığı televizyonda akan görüntüleri seyreyliyorsa burada da konuşmaktan çok uzak bir eylem var demektir: "Geçiştirme." İşte bu yüzden sözler, gözlere tutunmaya muhtaçtır. Size yöneltilmiş bir çift göz bulabilirseniz konuşmanın ilk adımını atmışsınız demektir.
"Sen sus gözlerin konuşsun" havada kalmış bir laftır. Göz konuşmaz, göz anlatır. Anlatmakla konuşmak arasında fark vardır. Birine kızdığını gözünle anlatabilirsin ama konuşurken o kızgınlığı hangi sözler ve hangi ses tonuyla ifade ettiğin mühimdir. Herkesin harcı değildir o yüzden konuşmak. Konuşmak birazda cesaret işidir, göze alma meselesidir. Bundan dolayı çoğu hatip konuşmasında ölmekten korkmadığını vurgularken bedeninin toprak olsa bile sözlerinin ölmeyeceğini dile getirir. Binlerin gözleriyle anlattığını tek bir çığlıkta birleştirebilene de hatip denir ki konuşmak işte o insanlarda gerçek kimliğine ulaşabilmiş demektir.
Kalabalıklarla konuşur insan da kendi kendine konuşabilir mi peki? Deli diyorlar bunu başarabilene ve doğru da diyorlar. Kendi kendine konuşmamalı insan. Kendi kendine düşünmeli, düşünmeden konuşmamak için. Düşünürken ki susuşlarımız tıpkı baltasını bilemek için mola vermiş bir oduncu yapıyor bizi ve sözlerimizin keskinliğini artırıyor. Geçmiş zaman peygamberlerinin şeriatında susma orucu vardı ama düşünme orucu yoktu. Kendimizi ve başkalarını duyabilmek için işte öylece susmamız gerekir bazen. Düşünmeyeli kaç zaman oldu etrafınızı saran yoğunluktan düşündük mü hiç? Paradoksa benzer bir soru olsa da bu, düşünmeyeli kaç zaman olduğunu düşünmek çok mühim bir meseledir. Bunun cevabını verebilirsek adam akıllı en son ne zaman konuştuğumuzu da anlayabileceğiz demektir.
İçimiz mahşer fokurtusu ama çığlıklar boşaltamıyor yutkunuyoruz. Sesimizin desibeli yetmiyor içimizdeki volkanı anlatmaya ve atıyoruz ne varsa içimize. Her bir içe atma meselesi aslında ağır hastalıkların sancılı çığlıkları oluveriyor. Ağızdan tahliyesini yapamadığımız duygular tıkıyor boğazımızı ve boğulup gidiyoruz o ses dalgaları arasında. Halbuki konuşabilseydik tutuşabilecekti ellerimiz, tutuşabilecekti yürek yangınımız. Ne sevgimizi ne nefretimizi anlatamaz olduk. Konuşmayı kim unutturdu kimler unutturdu bize?
Toplum olarak kulaktan kulağa oynuyoruz resmen. Bütün konuşmalarımız hep birilerinin arkasından. Konuşanla duyan arasında bazen on farklı ağız ve kulak girebiliyor. Halbuki çocukluğumuzun oyunundan ders çıkarmamız lazımdı. En iyi biz bilmeliydik ağızdan çıkan ilk sözle duyulan son söz arasındaki uçurumu. Telgraf telleri kesilse de ses tellerimize sahip çıkmalıydık, kablolu bağlarımız koparılsa da gönül bağımız hep yeşil kalmalıydı, posta güvercinleri uçsa da bilinmeze sözlerimizin ayakları yere basmalıydı. Toplum olarak en büyük acımız hep bu içe atışlarımız ve konuşmayışımızdandır. İllaki bir kamu spotu yapmak gerekirse şöyle demeliyiz “Biraz konuşabilir miyiz?”