Bir Bahar Bestesi
Kalem ve kâğıt önümde, boş bir kâğıt ve dolu bir kalem, ben mi kalemim yoksa beyaz kâğıt kadar mı öyleyim? Yazdıklarımdan sonra zapt edilmiş kelimenin kâğıdımın üzerinde durduğu yer gönlümün karanlık mahzenlerine dokunacak ve sonuna kadar hür bırakacak mı daha yazmadığım acılarımı?
Bugün Paşamın, bir demirci ustasının döktüğü teri görünce kendine hayıflanışını yazacaktım. Kurduğum ilk cümle yazının son cümlesi olunca, kâğıdımda kalan boşluk aldı beni içine götürüp savurdu büyük bir dehlizin orta yerine.
Uzaklara baktım, görebildiğim kadar uzaklara, değilse benim uzaklarım bilirim ki çok yakınıdır kimilerinin. Gözlerin görebildiği kadar uzaklarda ufukta hayal meyal fark edebildiğim ışıkların yanıp sönmesi, orada yaşayanların hikâyesini bilmememi gerektirmez ki. Gözümün gördüğü şurada işte, ya gönül dağından baktığımız uzaklar ve yakınlar, hangi mesafeye sığar Paşam?
Kalemimi tekrar aldım elime, yazdığım cümlenin altını çizdim, orada o haliyle bırakıp hikâyesini demircinin, ruhumun bugün daha farklı acıyan yanına yaklaştım. Hangi acı, sahibinden azade olabilir ki? Onurlu acılar yaşamak lazım diyen de Paşamdı, acı damlıyor yüreğimden ve ben bu acıların tadını alamıyorum diyen de.
Yazmak, eylemdir diri kalırcasına. Belki bu yüzden yazabilmenin yazarına verdiği bir yük ve bilinç de olmalıdır. Hangi bilinçle hangi yükün altına girebilecek cesaretimiz ve takatimiz var? Daha sen Paşam, yaşadığın hiçbir ayrılığın hesabını tutamadın ve hesap defterinde verecekli olarak kaldın. Her ayrılık içini yaktı kavurdu, büyüdükçe büyüdü hesabın ve en son bir haciz memuru gelip ne var ne yok toplayıp gitti gönül evinden.
Tek cümle çıkmadı kalemimden, çektiğim çizginin sonuna bir nokta koydum. Bu noktanın o çizgiye katacağı bir mana ve derin bir ifade var mıdır, bilmiyorum. Tekrar kaldırdım başımı, bu defa ufka değil ruhumun uzaklarına bakmaya çabaladım. Böyle çetin ve bu kadar uzak olduğunu tekrar anladım. Paşamı çözmek zor, ruhuna nasıl bakalım, daha bakmayı beceremedik, nasıl görelim…
Baktım uzunca, acılarıma, hüznüme, beni yenen ve aslında her defasında kendi yenilen hüznüme. Kaç zaman geçti dalışımdan bilmiyorum. Arkada bir kanun taksimi, nasıl ve nereden geldi ne kadar içli ve sadeydi. Döndüm gönlüme, şimdi bu içli bestenin güftesini yazabilir misin? Yani bir şiir yazacaksın, müziğiyle ete kemiğe bürünen bir şiir. Şiir, damarıdır keskin ruhlu hayatların.
Kanunun tellerinde “hüznüm” ses oldu dile geldi sanki. Şarkısını yazacağım bu bestenin aklıma gelen ilk ismi neden “ayrılık” oluyor peki? Dingin bir suyun kenarında, rüzgârını bekleyen söğüt ağacının yerlere kadar eğilmiş masum ve mahzun yapraklarından biriyim sanki. Oysa ben o ağacın altında, dalların rüzgârla birleşerek çıkardığı sesi dinleyerek ruhumun kanayan yaralarını iyi edeceğime olan inancımla çıkmıştım yola.
Çıktığım yolun sonunda hüznümün adını acıyla yazdım kâğıda, iyi ki o söğüt ağacı oradaydı ve iyi ki ben bir bahar yağmuruyla oradan geçiyordum.