TASAVVUFUN İSLAMÎLİĞİ KONUSUNDAKİ PROBLEMLER (2)
Geçen Haftadan Devam…
B. Zühd, Tevekkül, Teslimiyet Ve Rıza Anlayışındaki Problemler
Tasavvuftaki zühd anlayışı, yani malı biriktirmek yerine muhtaç olanlara ulaştırmaya çalışmak, şahsı için değil İslam toplumunun faydasına olacak şekilde harcamayı ön planda tutmak, tevekkül/Allah'a güvenip dayanma, teslimiyet ve O'nun verdiğine râzı olmak gibi etiketler, sonuçta "gerektiğinde çok azla yetinebilmek" demek olan ve yanlış bir takım yorumlara açık "bir lokma, bir hırka" anlayışının gelişmesine sebep olmuştur. Bu anlayış "malî gücü protesto" şeklinde yanlış yorumlanmışsa da, açıklandığı üzere "şahsı için gerektiğinde azı yeterli görmek" ten ve bu şekilde "ruhunu güçlendirdirmek"ten başka bir şey değildir. Sufi az yemek, az uyumak ve az konuşmayı, ibadetle yoğurmayı başarmakla ruhî gücünü yükseltebilen kişidir.
Bir tarikate mensub olup tekkelerde yaşayan sufiler aslında, çalışıp kazandıkları tüketim maddelerini paylaşarak ekonominin başka bir yönünü etkilemişlerdir. İslam'ın temel kuramında, "bu senin, bu benim", tarîkatte "hem senin, hem benim", hakîkatte ise "ne senin, ne benim" mottosu, tasavvufta yaygın olarak bilinir ve "mal biriktirmek" şeklinde sonuç doğuracak bir mal sevgisi, zühdün özüne aykırıdır: Mal, insanın kendisi ve diğer müslümanlara harcanmak için Allah tarafından verilmiş bir iğreti bir mülktür. Mesele, mala sahip olmamak değil, sahip olunanın malın/tüketim maddesinin nasıl harcanacağıdır. Burada, orijininde hiç ilgisi olmamakla beraber, bazı sufilerle ortak bir anlayışa sahip sayılabilecek çok marjinal bir karakter olan Ebu Zer Gifârî'nin (ö.32/653) mal biriktirme konusundaki görüşlerini vermek ve bu dereceye gelmiş bir sufinin var olup olmadığını araştırmak yerinde olur. Ebu Zer, "Altın ve gümüşü Allah yolunda sarfetmeyip biriktirenleri" çok acı bir azapla korkutan Kur'ân âyetine (Tevbe 9:34-35) dayanarak mal biriktirmenin tamamen karşısında olduğundan, insanın "günlük ihtiyacı dışındaki" herşeyini, ihtiyaç sahiplerine vermesi gerektiğini, kısaca, tatlı bir "İslam Sosyalizmi"ni savunmuştur (Burada hemen hatırlatalım ki Sahabelerin bir kısmı, zekâtın emredilmesiyle bu âyetin hükmünün kaldırıldığını söylerken, bir kısmı da "zekât vermeyenler" veya Hrıstiyan ve Yahudiler'e hitap ettiğini söylemektedirler. Aslında, zekatın, ihtiyaç fazlası mal"a konan dinî bir vergi olduğu düşünülürse, İslam'da mal biriktirmenin yasak olmadığı kolayca görebilir). Ebu Zer, Suriye valisi Muaviye'yi de bazı harcamalarından dolayı şiddetle eleştirmiştir. Onun bu görüşleri fakir halk ve Muaviye'ye/yönetime karşıt olanlar arasında büyük ilgi görmüştür. Ebu Zer, böylece zenginlere ve yönetime karşı bir hareket başlatmıştı. Vali Muaviye'nin, onun konuşmasını yasaklamak, halife Hz. Osman ve büyük sahabilerden ona öğüt vermelerini istemek gibi çareleri fayda vermeyince, Hz. Osman, onu ailesiyle birlikte Mekke yakınlarında bir su kenarında bulunan Rebeze'ye yolladı (kendi isteği ile oraya gittiği de söylenir). Gıfâr kabilesinden başka insanların da olduğu tenha bir yer olan Rebeze'de ona bir miktar deve ile iki hizmetçi verilmiş ve günlük gelir bağlanmıştı. Sufilerden hiçbirisine idare tarafından bu şekilde bir muamele yapılmadığına göre, zühd konusundaki görüşleriyle, toplumda marjinal gruplar oluşturmadıkları gibi, idareyi de rahatsız etmediklerini söyleyebiliriz. Ayrıca, Ebu Zer'le ilgili anlatıda, "hizmetçi"nin aslî ihtiyaçlar arasında değerlendirildiğinin de dikkatten kaçmaması gerekir. Birçok ünlü sufinin de yanında, kendilerine hizmet eden kişiler, daha doğrusu müridleri vardı ki bunlar, onun sohbetlerinden faydalanabilmek için bunu kendi istekleriyle seçmiş kişilerdi.
Hatta daha da ileri giderek, hergün gelen geçen için bir konaklama yeri ve han/otel olarak "sosyal tesis" fonksiyonu icra eden tekkelerin yaygınlaştığı dönem olarak özellikle tarikatlar döneminde, tüketimin âdeta kamçılanır hale geldiğini söylemek de mümkündür. Bu durumu Ülgener (ö.1983), "yokluk ve açlık pratiği ile tokluk ve doyuma giden yolun tam kavşağında olmak" diye tanımlar.
Tasavvuf, Yahudîlik'teki aşırı profanlıktan da Hıristiyanlık'taki aşırı ruhbanlık ve keşişlikten/ uhrevîlikten de uzak olarak dengeli bir mistisizm anlayışı sunmayı başarmıştır. O bize, "uhrevî/âhiret düşüncesine kendini kaptırabilmek için önce dünyevî olmak", Mevlânânın deyimiyle "iyi olmak için önce hasta olmak" gerektiğini anlatır. Beden kalıbı/formu olmadan ruhun gelip yerleşemeyeceğinin altını çizer. Sufilere göre din, tasavvuf, aşk, ilim ve irfânın ayrılmaz bir bütün olduğunun anlaşılmasıdır.
İslâm tasavvufu bu dengeyi iyi ayarlamayı bilmiştir: Ne kapitalizme sebeb olmuş ne de insanları manevî açlığa sürüklemiştir. İslâm tasavvufu, diğer mistik hareketlerin aksine İslâm'ın özüyle insanın barışmasından ortaya çıkmıştır. İslâm'da maddeyle mânâ o kadar iç içedir ki, insan, kendisini Gellner gibi "İslâm'ın neden Kapitalizmi doğurmadığını, 'Max Weber'in Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı kitabı yerine, neden İbn Haldûn'un Hâricî Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu diye bir kitap yazmadığını' sormak" zorunda hisseder. Ünlü Türk iktisatçısı Ülgener de İslam tasavvufunun, dünyayı dışta değil içte aradığını, yani "insanı Allah'tan alıkoyan herşey ve her sevgi"ye "dünya" dediğini, İslam mistiğinin "dünyayla mücadeleyi dahi gereksiz gören" kontemplatif mistik değil, onunla mücadele eden "aktif riyâzetçi" tipini geliştirmeye çalıştığını, hatta dünyanın "Allah'ın varlığının tecellisi/yansıması" olarak "tecelli neşvesi"nin tadıldığı yer olduğunu, helal kazanç ve lokmayı kutsal saydığını söylerken Weber'in tasavvufa bakışını kabul eder görünmektedir. Ülgener ayrıca, haklı olarak, tasavvufun sunduğu tevekkül ve teslimiyet anlayışının, insanı azimle çalışmaya sevketmesi, yani "aktif kaderci" insan tipi oluşturmuş olması gerekirken nasıl olup da tersinin meydana geldiğini anlamanın mümkün olmadığını sorgular.
Şurası bir gerçektir ki, zühd anlayışının bir gereği olarak sufinin Rabbine güvenmesi/teslimiyet duygusu içinde olması ve kısmetine neyi planlamışsa ona razı olması, tasavvuf düşüncesinde çok vurgulanan meselelerden birisidir. "Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler' veya "nârın da hoş, nûrun da" gibi klişe haline gelmiş tevekkül ve teslimiyet formülleri, sufiler arasında çok yaygın bir şekilde kullanılır. Bu anlayış aslında, insanı daha uyanık ve enerjik kılabilirdi. Çünkü, bu tarz düşünceden gaye, "olmayacak hiç bir şey yoktur; herşey olabilir" veya "şu an olan bir kötü bir şeyin yarın iyi bir şeye sebep olmayacağını bilemem" noktasına gelinmesi ve insanın hayal dünyasını ve enerjisini motive eden bir yapıya büründürmesiydi. Oysa durum tam tersine döndü ve "her şeyi yapan O'dur; insan denen zayıf varlığın hiçbir yaptırım gücü yoktur" düşüncesini hakim kılarak bu düşünceye sahip insanları tembelliğe sürükledi. Bu da sufi düşüncesine karşı haklı bir takım itirazlara sebep oldu.
DEVAM EDECEK…