Hakan Bahçeci
Hakan Bahçeci SON DURAK

SON DURAK

Yürümeyi çok severdi oldu olası. Sahi “oldu olası” ne demekti? “Olmak” nasıl başlar ve nerede biter, kim oldu, kim olmadı kim nasıl anlar? Evden çıktı, evinden çıktı. İki oda bir mabeyin,  eski bir konakmış, yıkılmış ikinci katı, virane kalmış, ölünce konak sahibi, anlaşamamış mirasçıları. Terk edilmiş uzun yıllar, içindeki eşyalarla birlikte. Vermişler bizimkine bir hatır sahibiyle. Kışın sıcak, yazın serin tutuyor ama illa bir virane işte. Durmaz, yakında verirler arsa karşılığı bir mühendise.

 

Yürümeye başladı. Elinde dünden kalma bir kitap, okumaya gece başlamıştı, yarım bırakmayı sevmezdi bir işi. Kalabalık bir caddede, bir bankta oturur okur bitirirdi nasıl olsa. Cebinde bir simit parası ve belki bir de dolmuşa verecek kadar. “Giderken yürüyeyim, dönerken binerim dolmuşa, yorulursam.” diye geçirdi içinden. Dönecek kadar ömrü var mı bilmeden…

 

Yürüdü, sokaktan çıkarken mahallenin delisiyle karşılaştı. Bir adı Veli; Veli, her zaman ki gibi, elinde sopası, gökyüzünü gösteriyordu. Lakin bugün, sopasıyla onu işaret etti. Gözlerinde derin bir boşluk ve hüzün, vazgeçemediği o sözleri tekrar ederek baktı uzun uzun; “Anneme selam söyle, anneme selam söyle…”

 

Yürümeye devam etti, akıl sağlığı dileyerek. Köşede cami imamı ve muhtar, biraz mahcubiyet, on adım ötede cami, ezan konağın içinde, “neden cemaate devam etmiyorsun?” diye bakıyor imam efendi sanki. “Yalnızlık!” diyor bizimki. Cemaatin yalnızlığın tek çaresi olduğunu biliyor ve lakin bilmek yetmiyor. Başıyla selam verip yürüyor. Başımız olmasa, ne yapardık oysa?

 

Mahalleden çıkalı kaç adım oldu, özledi evini, içinde kimse olmayan evini. Çaydanlıkta bir bardak daha çay kalmıştı hâlbuki. Hem daha, soğumamıştı oda, hem soğursa battaniyeyi alırdı dizlerine, hani şu babaannesinden kalan haki renkli olanı. Çıkmıştı bir kere, devam etti yürümeye. Yakıştıramazdı geri dönmeyi kendine. Diğer yandan, ne çok kararsızlık, ne gelgitler yaşamıştı, hani şu kalp sıkışması, doktorun kalp değil panik dediği şey, hep bundan olmamış mıydı?

 

Evini özlediğine sevindi, demek daha ne taze duygular barınıyordu yüreğinde. Babası terk edeli kaç yıl geçmiş, annesi ondan önce öte dünyayı seçmişti. Kendine o günden sonra meczup diyenler çoğalıp gitmişti. Hani şu son romanını yazana dek, “yazar” olmuş muydu, pek anlayamamıştı, zaten böyle bir derdi de taşımamıştı. Ne yazdıysa işte, kendine yazmıştı. Liseden bir arkadaşı, görünce bunları kendi yayınevinde bastırmış ve çok para kazanmıştı. Yazar, ne kadar alır, bilemediği için, eline ne verildiyse, haktır diyerek kalp hastası yeğenine harcamıştı.

 

Yalnızdı bunca yıl, tıpkı şimdi olduğu gibi. Caddeler boyu yürüyor, bunca insan, bunca kalabalık ve içlerinde yapayalnız yürüyor. Onun farkında değil kimse, aslında kimse kimsenin farkında değil. Yol boyu dükkânlar, müşterilerine sabahtan akşama kadar bir şeyler satıyorlar, konuşuyorlar, anlatıyorlar. Kim, kimi ne kadar anlıyor? Dalıp gitti yine, uzak ülkelerde, uzak hayatların peşine. Nereye kadar yürüyecekti, yoktu bir fikri. Ne zaman çıksa böyle, Ulu Caminin bahçesine kadar yürür, yakındaki çay bahçesine ve çoğunlukla aynı masaya oturur ve bir bardak çay gelir. Cebinde o çayın parası vardır anca. Kalemini almışsa yazar, kitabını almışsa okur. Ve çay çoğunlukla içilmeden soğur.

 

Bugün, öyle yapmadı, neden yapmadı sorgulamadı. Yürümeye devam etti. İleride kalabalık bir grup, ellerinde büyük afişler, çevrelerinde onlardan daha çok kolluk kuvveti. Ne istiyorlar sahi? “Hakkımızı alırız!” diyorlar. Kimden neyin ve ne kadar hak istiyorlar ki? Sokak çocukları sardı çevresini, tanıdı içlerinden biri; “Abim, sen misin, yoktur bilirim bir simit parası…” diye seslenecek oldu, hemen çıkardı cebindeki son meteliği. Çocuklar aldılar, “bir işin olursa, hazırız” diyerek uzaklaştılar. Dönüşte yine yürüyecek anlaşılan.

 

Kitabına baktı, son sayfalar, köşesinden kıvırmış kaldığı yeri. Sayfanın köşesine bir not düşmüş; “giderken geride bıraktıklarından ziyade, yanına aldıkların için tasalan” diye. Oysa okuduğu ile hiç ilgisi yok bu cümlenin ve neden yazıldığını da anımsamıyor. “Sabah ezanı mıydı Rabbim, bu sayfada kalalı” diye hayıflanıyor. Uyumadığını hatırlıyor gece ve sabahı karşıladığını hüzünle.

 

Yürüdü ve yalnızdı daha. Kendine doğru koşan bir adamın çarpmasından son anda kurtuldu ama onu kovalayanlardan biri çarpıp yıktı yere. Kalkamadı yerden, tek kelime edemedi zaten, adamlar çoktan basıp gitti. İki genç kaldırdı ayağa, konuşmalar oldu etrafında, eliyle “eyvallah” etti. Yürümeye devam etti, lakin hani şu kalp sıkıştırması, şimdi sırası mı?

 

Durmadı, duvara yaslandığı ezan vakti kadar olan zamanı saymazsak. Yüreği bir tuhaftı, taşacak bir ırmak, belki kuruyacak bir deniz lakin işte bir tuhaf. Caminin kıble tarafında, mezarlık vardı. Kendini kapısında buldu. Bir cenaze vardı bekleyen, muhtemel ki bir kadın, tabutun baş tarafında bir al yazma. Yürümeye devam etti. Eski bir mezar taşı, üzerinde yakından tanıdığı bir ad ve soyadı. Yürümeye artık mecali kalmadı. Kalbi kaldıramadı. Oturduğu mezarın başında, kalbiyle konuşmaya başladı, dertlendi biraz, acılandı.

 

Sabah, üçüncü sayfasında gazetenin ufak bir karede ufak bir haber vardı; “Şehir mezarlığında “yazar” ölü bulundu”

 

abide.jpg

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi