ÖĞRETMENİM VE YANAĞIMDA KIZIL GÜLLER
Matematiği sevmem, matematiği iyi olanları hiç sevmem(!). Sona koyduğumuz işaretin cümleye “nükte” anlamı kattığını bilmeyenler için bir de dipnot düşelim: Bu bir şakadır; ancak sonunda önemli bir yere varıyor.
Yeniliklere açık ve cesur bir kadın olan annemin babamı zorlamasıyla köyden Adana’nın merkezine taşındığımızda, henüz ufacık bir çocukmuşum. O yolculuğu hatırlamıyorum…
Biraz büyüyünce tüm akranlarım gibi ilkokula başladım ve sınıfta okuma yazmayı öğrenen ilk çocuk oldum; ancak üçüncü sınıfa geldiğim vakit beni korkunç bir talihsizlik bekliyordu.
O yılın başında ciddî bir hastalık geçirdiğim için, bir süre okula ara vermek zorunda kaldım. O arada, sınıf arkadaşlarım dört işlemi öğrenmişlerdi. Sonradan üçünü öğrendim; fakat bölme işlemini öğrenemedim. Çünkü ne ailemde ne de çevremde bana bölme işlemini öğretecek biri yoktu. Sırf bu yüzden, tam bir yıl boyunca dayak yedim. Ne eksik ne fazla…
O dönemde öğrenci sıraları karşılıklıydı. Başka bir deyişle, ortada bir masa, onun her iki tarafında da iki kişilik öğrenci sıraları oluyordu. Yani öğretmen ödevleri kontrol ederken, defterimize arkamızdan, omzumuzun üzerinden bakıyordu. Hemen her gün bölme işlemi ile ilgili bir ödev oluyordu ve ben o ödev kontrolleri sırasında müthiş bir gerilim yaşıyordum. Çünkü öğretmen arkamdan ödevime bakarken, beş on saniye sonrasında suratıma tokatların inmeye başlayacağını biliyordum. O kaçınılmaz dayağı bekleme anının küçücük ve saf bir çocuğun bilinçaltında ne büyük yıkımlara yol açtığını tahmin edebilir, ancak yaşamadıysanız hissedemezsiniz. İçinde oturduğunuz binanın biraz sonra üzerinize yıkılacağını bildiğiniz halde, oturduğunuz yerden hiçbir yere kımıldayamamak gibi bir şeydi. Bilirsiniz, o günlerde okullarımızda “Eti benim, kemiği senin!” kuralı işliyordu.
Öğretmenim bayandı. Şimdi olanları gözümün önünden geçirirken, onun psikolojik sorunları olan biri olduğunu düşünüyorum. Beni bir iki tokatla bırakmıyor, adeta top gibi oynuyordu. Kıyasıya dövüyordu. Hırsını alıncaya kadar vuruyor, yorulmadan bırakmıyordu. Eminim, işin sonunda elleri ağrıyordu. O bir damlacık çocuğun ne hale geldiğini varın siz düşünün…
Anlayacağınız, her gün bir araba dolusu dayak hakkım vardı ve o dayağı yiyeceğimi bile bile, kalbimin korkudan çatlarcasına kulaklarıma dek gelen çarpıntılarını dinleyerek çaresizce okuluma gidiyordum. Sağ olsun, beni bu konuda bir gün olsun hayal kırıklığına uğratmadı, bir yıl boyunca Allah’ın her günü o dayağı attı. Elbette ki, günlük dayağımı yedikten sonra olanları içime atıyordum. Aileme söylemiş olsam da beni kurtar(a)mazlardı. Çünkü öğretmenin vurduğu yerden güller biterdi. Benim yüzüm, kırmızı güllerle doluydu.
Hızını alamadı, yıl sonunda da beni sınıfta bıraktı. Böylece, başka bir öğretmenin sınıfına verildim. Şu an yazısını okuduğunuz adam, dayağın bir öğretme yöntemi olmadığının en canlı kanıtıdır; ne var ki ona sevgi ve saygı dolu bir yürekle hala minnettarım. Çünkü bana okuma yazmayı öğretmiş ve bugün bir hoca olarak üniversitede “öğrencilerime nasıl davranmamam gerektiği” konusunda iyi bir ders vermiş oldu. Şimdi, öğrencilerimi çok seviyorum ve onlara karşı her zaman “pozitif” olmam gerektiğini düşünüyorum. Yanımda kendilerini iyi hissetmeleri için üzerlerine titriyorum, isteklerine hiç “Hayır!” demiyorum, ideallerini küçümsemiyorum, elimden geldiğince doğru hedeflere yönlendirmeye ve yüreklendirmeye gayret ediyorum. “Olmaz!” ya da “Yapamazsın!” demiyorum. “Elbette yapabilirsin! Neden olmasın?” diyorum. Yaptıklarını mümkün olduğunca “Harika! Muhteşem! Süper! İnanılmaz!” sözcükleriyle tanımlamaya çalışıyorum. Beğenmediğim ya da yanlış bulduğum şeyler yaptıklarında, bunu en tatlı dille düzeltmeye uğraşıyorum. Onlara karşı kullandığım dilin içinde, en küçük olumsuzluklara bile yer vermiyorum. Biliyorum ki, bir hoca daima sevgi dolu, sabırlı, sorumlu, pozitif ve yapıcı olmalıdır. Zira onun en ufak telkinleri birinin hayatını imar edebileceği gibi, ufacık bir olumsuz iması da onun hayatını karartabilir.
Sevgili öğretmenim hala yaşıyor mu bilmiyorum. Sağ olduğunu ve de evinin nerede olduğunu bilseydim yanına gidip önünde diz çökmek, o güzel ellerinden saygıyla öpmek, ona sarılıp koklamak, sonra da en sevecen halimle şöyle demek isterdim:
“Canım hocam, ben sizden sonra ilkokulu bitirdim. Ortaokulu bitirdim. Liseyi bitirdim. Üniversiteyi bitirdim. Bir üniversitede hoca oldum. İki kere master yaptım. Doktoraya başladım. Yazar oldum. Yakında çıkacak olan yeni romanımla birlikte ulusal çapta sekiz tane kitabım yayınlandı ve ben hala bölmeyi bilmiyorum…”