Menâkıbnâmeler ve Günümüz Tasavvuf Akademisyenlerinin Değerlendirmeleri
“Menâkıbnâme” kelimesi, “övünülecek vasıf, iş, davranış” anlamına gelen “menkabe”nin çoğuludur. İslâmî kaynaklarda ilk kullanılış yeri, hadis kitaplarındaki “menâkıbu’s-sahabe” bablarıdır. Tasavvuf tarihi literatüründe ise sûfîlerle ilgili, özellikle hârikulâde olayları içeren hikâyelerden müteşekkil kitaplar için kullanılagelmiştir. Bu halleriyle menâkıbnâmeler, kahramanlık olaylarını büyük bir abartı ile veren destan, mit gibi masalımsı halk hikâyeleri formlarıyla karşılaştırılabilirler.
Menâkıbnâmeler tasavvuf literatürünün önemli bir bölümünü oluşturduğuna göre, söze tasavvuf literatürünün oluşması süreciyle başlamak gerekirse denebilir ki Tasavvuf, sözlü bir gelenek olarak aslında yazılı kaynaklara fazla önem atfetmeyen bir ilim idi. Ancak dinî, sosyolojik ve ilmi gelişmeler, tasavvuf döneminden itibaren bazı kitapların yazılmasını gerekli kıldı. Hücvîrî, "Sûfî, ibare ve işaretten memnûdur (kendisine söz ve işaretle konuşmak yasaktır)" (Hücvîrî, 1373: 39) der; çünkü tasavvuf, yaşanarak ve tecrübe ederek öğrenilen bir hâl ilmidir; kāl/söz ilmi değildir. Bu, tasavvufun kitaplarda anlatılamaması ve sûfîlerin kitap yazmaması sonucunu doğurabilirdi ama öyle olmadı. Çünkü, sûfîler herşeyden önce, tasavvufun çok erken dönemlerinden başlamak üzere, aralarında oluşan terminolojiyi önce, bu yola yeni girenlere/mübdetilere açıklamak, sonra da kendilerine yöneltilen eleştirilere cevap vermek ve var olan tasavvufu bozulmaktan korumak için yazmak zorunda kaldılar. Tasavvuf klasiklerinin hemen hepsinin mukaddime/önsöz kısmında kitabın yazılış sebebi olarak bu söylediklerimize yakın sebepler dile getirilir.
Sûfîler, tasavvufî tecrübelerini ve Allah'tan aldıkları ilhâmlarını da yazdılar. Nifferî'nin el-Mevâkıf ve'l-Muhâtâbât'ı, İbnü’l- Arabî'nin el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye'si, Şeyh Bedreddin (v.823/1420) ve İsmail Hakkı Bursevî (v.1137/1725) vb. sûfîlerin "Vâridât"ları bu türe girer. Burada şu detaya da dikkat etmek gerekir ki sûfîler bu tür hitaplara "ilhâm" veya "vârid/vâridât" adını verirler ve bunlar genelde bu tür konuşmaların aktarıldığı sohbetlerini dinleyen müridleri tarafından derlenir. Vâridât veya Maârif adını taşıyan eserler bu tür eserlerdir. Bu, içlerine biriken enerjiyi boşaltmak için olduğu kadar sonraki sûfîlere rehberlik etmek düşüncesini de taşıyordu. Birçok sûfî, kitaplarının başında bu kitaplarını birisinin veya genelde müridlerinin isteği üzerine yazdıklarını açıklamışlardır.
Yazılan kitaplar sûfîlerin yaşarken birbirleriyle iletişimlerini sağladığı gibi öldükten sonra da kendileriyle bağ kurmak isteyen kişilerle konuşmalarını sağladı. Burada İbnü’l- Arabî'yle ilgili bir anekdot ilginç gelebilir: İbnü’l- Arabî, huzuruna girdiği şeyhlerden birisinin, yalnızlığı ve kitap okumayı çok sevdiğini, kendisine: "Yalnızlıktan sıkılmıyor musun?" şeklinde bir soru sorulduğunda: "Allah'la dostluk her türlü yalnızlığı siler. Üstelik (konuşmak istediğim) herkes yanımdayken neden yalnızlık duyacakmışım? Rabbimle konuşmak istediğimde Kur'an'ı, Hz. Peygamber'le konuşmak istediğimde hadis kitaplarından elimin altında olan bir hadis kitabını, bu dünyadan ayrılmış olan bir âlimle oturup konuşmak istediğimde onların kitaplarını elime alırım. Bu şekilde her kimle oturmayı istiyorsam, onunla oturuyorum ve böylece hiç yalnız kalmıyorum " (İbnü’l- Arabî, ts: 84b; 1388/1968: 8-9) diyerek kendisinin de kitapları böyle gördüğüne işaret etmiş olmaktadır. Ayrıca, yine İbnü’l- Arabî'nin çok güzel betimlediği üzere "bir kimse yurdundan uzaklaşıp dostuyla kendisi arasına birlikte olmadıkları zaman girdiğinde, onunla olmadığı zamanda öğrendiği bilgi ve hikmetleri yazarsa aralarındaki ayrılık hükmen kalkmış olur (İbnü’l- Arabî, 1414/1994: 1/123). Böylece kitaplar, dostları birleştiren özelliklere sahip olurlar.
Tasavvuf kitaplarının konulara yaklaşım tarzı birbirinden çok farklı olmuştur. Kimi “tarihsiz tarih” yaklaşımını benimserken iken, kimi eleştirel, kimi popüler, kimi savunmacı veya reddeedici, kimi coğrafik…yaklaşım dairesinde ele alınabilecek eserlerdi. Bunlardan “Tarihsel Betimleyiciliği Gözardı Eden Yaklaşım: Tarihsiz Tarih” kategorisini, menakıpnâmeleri de ilgilendirdiği için biraz açmak istiyorum. Bu kategori altında aslında Menâkıbnâmelerle birlikte tabakāt/biyografik kaynaklarını listeleyebiliriz. Tabakāt kitaplarını menâkıbnâmelerle birlikte ele almamızın sebebi, anlatımda birçok ortak yönün bulunmasından dolayıdır. Zira bu iki türde de şahıslar hakkında bilgi verirken, doğum ve ölüm tarihleri, hatta katılmış olduğu herhangi bir tarihî olayın meydana geldiği tarih gibi tarihi bilgileri genelde vermeden, anlattıkları kişinin tasavvufî kişilik ve daha doğrusu kerâmetlerine yoğunlaşırlar. Okuyucu sıklıkla, herhangi bir olay hakkında her türlü detayı bulabilir, ama ne zaman olduğu hakkında bir veriye rastlamayabilir. Bu durum, tasavvuf araştırmacılarının en büyük handikaplarından birisini oluşturur. Diğer taraftan, aslında bu kitaplarda olayların halkın gözüyle nasıl göründüğü yansıtıldığı için, tarih kitaplarıyla birlikte kullanıldıkları takdirde bir bakıma "tarihin alttan/halk gözüyle çalışılması" diyebileceğimiz alternatif bir tarih anlayışına zemin hazırlamış olmaktaydılar.
Modern biyografi usûlüne yakın diyebileceğimiz, yani kişileri alfabetik olarak ele alan, doğum ve ölüm tarihlerini veren biyografik eser olarak Ebu Said Ebu'l-Hayr'ın (v.440/1049) hayatını anlatan ve torunu Muhammed b. Ebu Said el-Miheni tarafından yazılmış olan Esrâru't-tevhîd ve Muhammed Halîl el-Muradî'nin (v.1206/1791) Silku'd-durer'i örnek verilebilir (bkz. Aşkar, 2006: 172-173). Bu özellikleri taşımasalar da klasik metodlarla modern arasında bir köprü gibi görünen eserler de vardır. Birinci cildini sûfîlere ayıran Mehmet Tahir Bursevî'nin (v.1925) Osmanlı Müellifleri (İstanbul ts: Meral) ve sûfîlerin hayatlarını incelemeyi amaçlamış Hüseyin Vassâf'ın (v.1929) Sefine-i Evliyâ'sı (Süleymaniye Ktp. Yazma Bağışlar, no 2304-2309) gibi kitaplar bunlara örnek teşkil edebilir.
Günümüzde Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu hocamızın, yaşadığımız dönem sûfîlerinin menkibelerini anlattıkları Allah Dostları serisi (Ankara, Alperen Yayınları: 2001 ) de modern dönem menkibelerine örnek teşkil eder mahiyettedir. Günümüz tasavvuf akademisyenlerinin bir tasavvuf büyüğünü hayatı ve tasavvufî görüşleriyle ilgili monografları da menâkıbnâmelerden büyük ölçüde faydalanan ve bu eserlerde sunulan olağanüstü olayları genelde “kerâmetleri” adı altında toplayan “inceleme” eserleri olarak değerlendirilmelidir.
Burada unutmamak gerekir ki menâkıbnâmelerin, daha doğrusu “menâkıbnâme” ismini taşıyan kitapların çok çeşitleri ve çok farklı yazılış sebebleri vardır ve bu söylediklerimiz “evliya menâkıbnâmeleri” için geçerlidir ki bizi ilgilendiren konu da budur. Burada menâkıbnâmelerin diğer türlerinden kastımız, Ali Mustafa Efendi’nin Menâkıb-i Hünerverân gibi hat ve hattatlara dair eseri, Ahmet Rasim’in Meşrutiyet öncesi dönem yazılarını içeren Menâkıb-i İslâm’ı, hadis kitaplarındaki “menākibu’s-sahabe” gibi bölümleri, Menâkıb-i İmam Malik, Menâkıb-i İmam-ı Azam, muahhar dönemlerden Menâkıb-i Beşiktaşî Müderris Yahya Efendi ibn Ömer el-Arabî (1313, Dersaadet, Matb. Osmaniye) gibi biyografi kitaplarıdır.