Gülün Kulağına Söylenenler Ve Casusluk San’ Atı (3)
Kesin olan şu ki Mesnevî’deki hikâyeler, spekülatif ve hayâl ürünü değil; romanlar gibi gerçek hayatta karşılaşılabilecek türden olaylar üstüne örülmüştür. O, şiir ve hikâyeyi bir eğitim vasıtası olarak kullanmış, halka olan mesajını bu şekilde vermiştir. Burada birçok kimsenin dikkatinden kaçan çok önemli bir husus, onun bu “hikâye-şiir”leri, Allah’ın gücüne, kudretine, dua ve orucunu, ibâdetini yapan kuluna istediği yardımı şeyi yapmasına engel olacak hiçbir şeyin olmadığına ve kader inancına özel bir vurgu yapmış olmasıdır. O ‒ve diğer sûfîler‒ böyle yaparak, insanları “pasif bir kader kurbanı” pozisyonunu kabul eden insanlar değil değil, “Allah isterse her şeyi yapar. Bugün yerde sürünen yarın vezîr veya padişah bile olabilir. Onun yapamayacağı, tersine çeviremeyeceği hiçbir şey yoktur. Ben Allah’a dayanıyorsam, güçlüyüm. O bana yol gösterir” diye düşünmeye ve kendine güven içinde ilerlemesini sağlamaktı. Burada, herkesin bir çocuk hikâyesi diye okuyup geçtiği “tavşanla ormanın kralı arslan” hikâyesini düşünelim: O hikâyede minicik bir tavşan, arslan gibi kocaman bir ormanın kralını yenmemiş miydi? Onu kuyuya atlatıp ormandaki hayvanları rahata ve huzura erdirmemiş miydi? İşte Mesnevî, bu ve benzeri gizli derslerle, açıkça anlatıldığı zaman Moğolların izin vermeyeceği gerçeği örtülü bir tarzda. Bazen fabl türü hikâyelerle doluydu.
Tekrar ediyoruz, onun üzerinde durduğu tevekkül ve teslimiyet, insanı tembelliğe götürmesi me’mûl olan bir tevekkül ve teslimiyet değildir. Bu konuyu genel olarak tasavvuf açısından ele alçak olursak karşımıza şöyle bir harita çıkar: "Herşeyin Allah'ın takdiriyle olması", O'nun, yapmak istediği şeyler için "bir sebep ve araç yaratmış olmasına engel olmadığı", hatta tam tersine, yapmak istediği her şeyi bir sebep ve araçla gerçekleştirdiğinin ve ancak bu sebeplere değil, bunları yaratana bel bağlamak ve şükretmek gerektiğidir. Bu durumu en güzel anlatan san’at, belki de bir ebru san’atıdır: Ebruda sanatçı, boya çanağında elinden geldiğince birşeyler yapar. Kağıdı suyun üzerine serip kaldırdığı zamansa artık yapacağı şeylerin bittiği zamandır: Bakar ve ne çıkmışsa onu kabul eder. Başka bir seferinde daha farklı çalışmayı da ihmal etmez (Berkmen 2011: 176).
İlk dönem sûfîleri, tevekkülle, genellikle “tedbire güvenmemeyi” anlamışlardır (Krş. Tek, 2016: 171). Sûfîlere göre yapan ve kılan Allah'tır; ama bunu hep birileri aracılığıyla yapar; gökten zembille indirmez. Örneğin, insanın kalbine doğan şüpheleri halleden O'dur ama bunu, o insana bu konuda yardımcı olacak birisini göndermekle veya bu konuda iyi bir kitapla tanıştırarak yapar (krş. Sühreverdî, 1426/2005: 78). Aç bir kulunu, yeryüzünde binlerce çeşit yiyecek yaratarak doyuran O'dur ama bunu bir kulunun ona iş veya aş vermesini "nasîb ederek", yani onun aracılığıyla yapar. Tevhîd makamına ulaşmış sûfî bu sebepleri değil, onları yaratanı görebilen, hiçbir şeyin yapan ve yaratanı olmadan meydana gelemeyeceğini bilendir (krş. Sühreverdî, 1426/2005: 97). Bir şeye bazen hiç beklenmeyen zamanda veya uğraşılmadığı halde ulaşılması, bazen yıllarca uğraştıktan sonra, bazen de bütün uğraşılara rağmen hiç ulaşılamaması, O'nun takdir ve ölçüsüyle olur.
Çünkü O, yeryüzünü yaratıp gökyüzünü yükselttiğinde "mizân/ölçü"/herşeyin miktarını da belirlemiştir (Rahmân 55:7) ve kulun ulaşacağı bundan başkası değildir. Yani kulun alacağı tedbir, Hakk'ın tedbiri/yarattığı ölçüsü içinde kaybolacaktır (krş. Sühreverdî, 1426/2005: 95). Bu açıdan kendisi ulaşsa da hakîkatte, her sebebi yaratan olarak ulaştıran O'dur. Ârif bunun bilincinde olan kişidir ve ona göre insanların eliyle meleklerin eli de birdir; kudret, hikmet ve Hakk'ın yarattığı sebepleri, yani herhangi bir olayın meydana gelmesi için gereken araçları ve ortamı oluşturmaya çalışmakla çalışmamak birdir. (Sühreverdî, 1426/2005: 89-92); çünkü o cem‘ ve müşâhede halindedir; herşeyi Allah'tan görür. Bu anlayış, toplumdaki bir avuç zengin ve güçlü insanın bir "üst sınıf" oluşturmasının ve dolayısıyla insan sömürmenin de önüne geçer. Çünkü bu durumda insanlar, "asıl veren" hakkında bilinç sahibi olduklarından, "kendisine yardımı dokunan/işveren" kişilere karşı aşırı bir tâzimde bulunan "köle karakterli insanlar" olamazlar.
DEVAM EDECEK…