BURUN ŞEHRİ
Havaalanı, Cape Town...Pasaport kontrolünü yapan genç bayan polis "Güney Afrika'ya hoş geldiniz" diyor. Ses tonundaki sıcaklığa bakarak, gerçekten hoş geldiğimizi düşünüyoruz. Şehre giden yolun iki tarafında uçmaması için çatısında kamyon lastiği duran perişan teneke evlerde ‘’teneke’’ hayat süren, fakir kenar mahalleleri görüyoruz. Sonra villa tadında şık apartmanlar. Şehir merkezi dağların arasında kalıp şekil itibariyle Atlas okyanusuna bakan bir kaseyi andırdığından buraya “şehir kasesi” demişler. Otele geliyoruz. O dan ne, kapıları sıkı sıkıya ardından kilitli. Görevli bile resepsiyonda durmuyor. Bina dışındaki zile basıp görevliyi çağırıyoruz. Görevli bir müddet bizi süzdükten sonra kapıyı tedirgin halde kapıyı açıyor.
Anlıyoruz bu ülkede can güvenliği sıfır…Ertesi gün, Absa Bank…Uzun süre kuyrukta bekledikten yanımızdaki dövizden bir miktarını bozdurmak için parayı camın gerisinde kafese benzer yerdeki bayana uzatıyoruz. Doları evirip çeviriyor önce havaya sonra yere doğru tutuyor. Anlıyoruz, bu ülkede sahtecilik diz boyu. Bu esnada güvenlikçi dolarları görünce başımıza iş gelmesin diye dibimizde korumalık yapıyor. Anlıyoruz bu ülkede bankada her an soygun olabilir. 10 dakika sonra…sıra geliyor imzalar atmaya, 500 dolar için 500 yere imza attık. Kadın parayı kıvırdı, büktü yanındaki soba borusu gibi yere koydu. Eliyle makarayı çevirdikçe para yukarı doğru harekete geçti. 15 dakika sonra…Yukarıdan para beklerken bir kaç evrak daha geldi, haydi 4-5 yere daha imza at. Eğer bu ülkede bir bankaya döviz bozdurmaya gidecekseniz yanınıza bir romanı kitabı ile gidin. Bankaya giriş ve çıkış arasındaki süreye baktım:40 dakika.
Dışarıya adım atar atmaz, kaldırımda öbek öbek oturan siyahların içeriden çıkanları kestiğini gözlemledik. Durumun fena olduğunun fark ettik, koşar adım kendimizi bir alışveriş merkezine atıyoruz. Takip edilip edilmediğimizi anlamak için devamlı arkamıza baktık. Dünyanın ucunda bir şehir...ister havadan ister karadan ister denizden gelinsin bu şehirde göze çarpacak ve büyüleyecek ilk şey Masa Dağı'dır.
Takip edilme tehlikesi geçince adını çok duyduğumuz Masa Dağı’na (Table Mountain) gitmeye karar verdik. Rivayet odur ki; zamanında buzullar aşındırdığı için tepesi dümdüz olmuş, bu yüzden Masa Dağı adını almış. 1086 metre yüksekliğindeki tepeye teleferik ile 5 dakikada çıktık. 360 derece dönebilen teleferik kabinleri sayesinde geçmiş olduğumuz her yeri, kuş bakışı izleme şansına kavuştuk. Teleferik 65 kişi kapasiteli ve 15 dakika ara ile hareket etmektedir. Düzlük alanı 3 km uzunluğunda olan bu dağ, üzerinde kaya tavşanı, keklik, sincap, geyik, Habeş maymunu, oklu kirpilerin barındığı bir milli parktır. İnsanlar ile karşılaştığında biraz agresifleşen Habeş maymunlarına dikkat etmeniz gerekir.
Size doğru yaklaşan bir Habeş maymunu görürseniz; eğer aracınızdaysanız hemen camlarınızı kapatmalısınız. Yaya iseniz yüzünüzü Habeş maymununa çevirip geri geri koşmalısınız. Bunların eşyaları alıp götürmek gibi bir huyları olduğunu unutmayın. Dağın bir yanında Şeytan Zirvesi (Devil’s Peak) diğer yanında Aslan Başı (Lion’s Head) denen iki ayrı nokta bulunmaktadır. Eski başkan Nelson Mandela’nın 27 sene yattığı hapis yattığı Roben Island görünüyor. Hapishane Güney Afrikalılar için geçmişin bir simgesi ve geleceğin umut ışığıdır.
Dağın etrafı dik kayalıklarla çevrilidir. Gün batarken bulutlar, dağın kıvrımları boyunca süzülüp, üstünüzden geçerler. Elinizi uzattığınızda buluta bineceğinizi hissediyorsunuz birden, bulutlarla kaplanmış gökyüzünün dağ ile birleşmiş masa örtüsü güzelliğindeki görüntüsünü çok seveceksiniz. Burada uzun yürüyüşler yapabilirsiniz. Eğer dağın tepesindeyken sis bastırır ve kaybolduğunuzu hissederseniz yanınıza verilecek kornalara basarak yerinizi belirtmeniz gerekiyor. Şehir bir yanı atlas diğer yanı hint okyanusu ile ayaklarınız altında serilen rengarenk bir kilim gibi…Burada geçirdiğimiz iki buçuk saatin ardından adını sıkça duyduğumuz Waterfront’a (su önü) yol alıyoruz. Soyguncular her an her yerde karşımıza çıkabilir, bu sebepten bir yerden bir yere mutlaka taksi ile gidiyoruz. Ellerinde tüfekle dolaşan 15-16 yaşındaki çocukların korumalık yaptığını görünce, şehrin güvenilir olmadığını iyice anlıyoruz. Şehir içinde otobüs yok, kirli ve pis kokulu minibüsler var. Metro zaten yok. Demir yolarını genelde siyahlar kullanıyor. En çok hırsızlık bu trenlerde oluyormuş.
Arabayı park ederken hemen başında bir ‘’kılkuyruk’’ bitiyor. Arabayı korumak için sizden para koparmaya çalışıyor. "Deniz ürünlerinin tadına nerede bakabilirsiniz" sorusuna en güzel cevap; "liman çevresinde" olacaktır. Waterfront’a girerken beyaz insanların çoğunluğu ve batılı giyim tarzları gözümüze çarpıyor. Tam anlamıyla turistik bir yer. Liman bölgesinde bulunan alışveriş mekanları, enfes balıkların tadına bakabileceğiniz restoranlar, iki adet dev akvaryumu, müzeleri ve eğlence adına arayabileceğiniz bir çok şeyi bir arda bulabileceğiniz bir bölge. Yemek yerken sokakta dans eden yerlileri izleyebilir, caddelerde sahne alan çalgıcı ve müzisyenler eşliğinde geç saatlere kadar iyi vakit geçirebilirsiniz. Buradaki lüks alışveriş merkezinde dünyaca ünlü markaların satıldığı ürünleri bulabilirsiniz. Mağazalar Avrupa ve Amerika’dakilerden farksız. Çevre düzeni çok hoş, yerler pırıl pırıl, tertemiz. Işıl ışıl vitrinlerdeki mücevher mağazalarında oldukça güzel ve özel tasarımlı takıları bir arada bulabilirsiniz. Tahmin ettiğiniz gibi burası beyazların uğrak yeri. Bu limanlar sadece yemek yemek ya da alışveriş için değildir. Bu limanlardan kalkan gezi tekneleriyle şehrin güzel koylarını ziyaret edebilirsiniz. Patronlar beyaz, geri hizmette çalışanların hepsi siyahi. Şehirde uçurum hayatlar var. Para tamamen renge göre ayrılmış durumda.
Bir tarafta inanılmaz güvenlik tedbirleri ile donatılmış malikaneler. Diğer tarafta teneke bir hayat! Sadece siyahların olduğu bu kesimde ise fakirlik had safhada. Teneke evlerin dış tarafı tuvaletlere ayrılmış, bunlar ortak kullanıyor. Pislikler nehre atılıyor. Su yok denecek kadar az. Etraf pis kokuyor. Waterfront, zengin mahallesindeyiz, yürürken kendinizi Avrupa’da gibi hissediyorsunuz. Sıralı restoranlar ve tekneler önlerinde çığırtkanlık yapanlar dışında her taraf sakin ve sessiz. Önü rengarenk çiçeklerle donanımlı bir balık restoranında bizi masaya davet eden siyahi erkek garsonlara selam veriyoruz. Bu ülkede beyazlar siyahlarla genelde konuşmaz hatta selam vermez. Yemeğimizi beklerken onlarla yaptığımız kısa sohbet ve şakalar çok hoşlarına gidiyor.
Kendi ülkelerinde köle olan bu ezilmiş insanlara insan olarak değer verdiğimizi bilmeleri bizi de ayrıca çok memnun ediyor. Gittiğimiz her yerde bizim vahşi ve barbar Avrupalı beyazlar olmadığımızı, Müslüman Türkler olduğumuzu defalarca belirtiyoruz. Nefis yemekten sonra bize hizmet eden siyahilerle tek tek tokalaşıyoruz. Şehir merkezindeki koloni dönemine ait ihtişamlı yapılar ve geniş caddeler Afrika’da görmeye alışmadığımız bir manzara bizi büyülüyor. Adderley Street’in en yukarısında, Güney Afrika Müzesine gidiyoruz. Hollanda'ya ait Doğu Hindistan kolonisinden getirilen 600 köleye barınak olması amacıyla 1679 senesinde inşa edilmiştir. 1810 yılında İngilizlerin köleleri satmasıyla bina, hükümet binası olarak ve son olarak da 1967 senesine kadar da yargıtay olarak kullanılmıştır. Güney Afrika'nın yaşam tarzına ve tarihine ışık tutan bir müzedir. Burada bulunan fosiller turistlerin en çok ilgisini çeken bölümler arasında yer almaktadır.
Binaların bazılarında “Davetsiz misafirler silahla karşılanır!” gibi yazıları görüyoruz. Koloni döneminden kalma binaların çoğunun dış yüzeyi uygunsuz yazı ve resimlerle boyalı. Başka bir gün..Clifton Beach (kumsal)’de deniz var dediler, varsa gidelim dedik. Bu ne biçim soğuk su…Ayağım beton gibi oldu. Yine de denize giren, su sporları yapanlar çoğunlukta. Burası zengin beyazların yaşadığı nezih bir plaj. Beyaz adam tatil tadında bir hayat sürerken siyah adam kendi ülkesinde köle olarak beyaz adama hizmet ediyor. Sahil şeridi sıralı villalar ve kamp yerleri ile dolu. Ben şehirde çalışan bir beyaz görmedim. Benim gariban siyah adamım nerde dandik işler var, onlar üstüne yıkılmış. Amerika'nın, siyah insanların bir ruhu olduğuna inanması iki yüz sene sürdü. Batı uygarlığı tarihi aynı zamanda istila tarihidir. Afrika’nın yüzyıllarca yeraltı ve yer üstü kaynaklarını çaldılar, masum insanlarını katlettiler, kadınlarına tecavüz ettiler, küreselleşme adıyla ülkeleri soydular. Ekonominin bize öğrettiği tek gerçek, terbiyesiz, ahlaksız insanların da kahraman olabileceği. Bu kahpe, fütursuzlar, aynı topraklarda büyümüş, aynı suyu içmiş insanları böldüler. 17. yüzyılda İngilizler tarafından köle olarak Malezyalılar, Bo-Kaap bölgesine getirilmiş. Tarlalarda ırgat olarak çalıştırılmış, çeşitli zulümler yapmışlar uzunca bir süre. Şimdi özgürce, aynı bölgede yaşıyorlar. Bu semt Anadolu illerinden bir farkı yok. Çocuklar sokakta top oynuyor, kadınlar ev önlerinde sohbet ediyor, yaşlılar camii önünde ezanın okunmasını bekliyor. Burada bir Allah(cc) dostuna gittik. 1800'lü yıllarda Ümit Burnu'nda yaşayan Müslümanlar, İngiliz valisine giderler ve İngiltere Krallığı aracılığı ile dünya Müslümanlarının lideri olarak gördükleri Osmanlı Devleti'nden bir din alimi isterler. Bunun üzerine Kraliçe, Sultan Abdülaziz'den Cape Town'a bir müftü göndermesini ister. Sultan Abdülaziz, o sıralarda Bağdat'ta görev yapan Ebubekir Efendi'yi İstanbul' a çağırır. Ebubekir Efendi 17 Ocak 1863'te Cape Town'a varır. Bir daha geri dönmeyerek 45 yaşında 1880’de Cape Town’da vefat eden Ebubekir Efendi, Güney Afrikalı Müslümanlarının tarihinde çok önemli bir yere sahip. Kabri, şehrin en eski yerleşim bölgelerinden biri olan Hollandalıların 16. ve 17. yüzyılda getirdiği Malay kölelerin yoğun olarak yaşadığı Bo-Kaap’daki Müslüman mezarlığında. Kendisi de Malezyalı bir alim olan Tana Baru adıyla anılan mezarlığı sora sora buluyoruz. Longmarket Caddesi’nin hemen başında yer alan mezarlık, okyanusa ve kentin yanı başına konulmuş dev bir masa gibi duran dünyaca ünlü Masa Dağı’na hâkim bir yamaçta. İnsan belini geçen ot, çalı-çırpının arasında kaybolmuş kabri bir çocuğa sorarak buluyoruz. Fotoğraf çekebilmek için otların bir kısmını temizliyoruz. Bakımsız durumdaki mezarlıkta pek çok kabir kaybolup gitmiş. Ebubekir Efendi’in perişan kabri, sonradan duvar ve kısa bir parmaklıkla çevrilmiş. Ancak mezar taşı yok.
Bugün 4.5 milyon nüfuslu şehrin yüzde 30 kadarı müslümandır. Şehrin pek çok yerinde camiler var. Bunlardan biri 1794'te yapılan Mescid-ul Evvel, yani ilk mescidi ve ve 1884'te Sultan Abdülhamit'in gönderdiği yardımla yapılan Nur-ul Hamidiye Camiidir (Noor el Hamedia Mosque) Şehrim tam merkezindeki bu caminin iç acıtıcı halini görünce çok üzüldüm. Namaz kılarken gıcırdayan tahtalar üzerinde serili ince ve eski bir kilim var sadece. Caminin hocası uzun yıllar Amerika’da yaşamış olan bir Türk. Vaazlarını İngilizce yapıyor. Namaz sonrasında sohbet ediyoruz. İkinci kız Kuran kurslarını açacaklarını anlatıyor. Biz de yanımızda getirdiğimiz İngilizce dini yayınları kütüphanelerine hediye ediyoruz.
Bir gün…Sahibi Türk olan bir fabrikaya gitmek için yola koyuluoyurz. Bize anlatılanlara göre şehrin en tehlikeli bölgesi. Gündüz giden çıkamaz dediler. Burası sanayi bölgesi, yolda yürüyen ne bir insan ne bir hayvan var. Korku ve endişe sessizliğin elbisesine bürünmüş. Önünde geçtiğimiz atölyelerin çoğunun camları yok ya da kırık. Yollar ve dükkanlar yıkık, dökük. Hayalet bir şehirde gezer gibi içimizi ürperti sarıyor. Şoför bir ara adresi sormak için bir yerin önünde duruyor. İşyerinde, birden irkilip bize doğru bakan siyahilerin üstümüze doğru yöneltilen bakışları sivri uçlu mızrak gibi. Neyse ki şoförümüz yerel biri. 20 dakika sonra aradığımız fabrikaya ulaşıyoruz. Paslı tellerle örgülü demir sürgülü kapının ardından bir çift göz beliriyor. Yüksek duvarlarında dolanan teller sarmaşık gibi olmuş. Fabrikadan çok hapishaneye benziyor. Şoförümüz yerel dilde bir şeyler söylüyor bekçiye. Fabrikada 30 tane Türk çalıştığını öğreniyoruz. Müdürle sohbet ediyoruz, iyi para kazandığı için burada olduğunu ülkenin ve insanların çok tehlikeli olduğunu söylüyor.
Ertesi gün tavsiyeye uyarak araba kiralıyoruz. Trafik soldan akıyor, direksiyonlar sağdan. Sadece akşam üstü biraz trafik sıkışıklığı var, diğer zamanlar süt liman deniz gibi, sakin. Boulders Beach, ya da kısaca penguen ülkesindeyiz! Bu sahil kasabasında sayısız penguen, kumsalda güneşleniyorlar. Eskiden insanların dokunmasına izin veriliyormuş, ama artık sadece bir yürüme parkuru boyunca sahili turlayıp, resim çekmeniz mümkün. Bazı penguenlerin tüyleri uzun, bunlar bebek penguenler. Bazıları ise tüyleri dökük. Kutuplardaki imparator penguenleri kadar büyük ve heybetli olmasalar da, paytak paytak yürüyen bu şirin canlıları gördüğümüzde bayılıyoruz. Yaşadıkları sahile, yanlarına inemiyorsunuz maalesef. Ancak çok yakından görebileceğiniz tahta platformlar üzerinden izleyebiliyorsunuz. Penguenlerden sonra, aynı gün içinde False Körfezi'nde "fok adasına" gidiyoruz. Bu ada, üzerinde binlerce fokun yaşadığı çok minik bir ada aslında. Fokların çoğu üst üste kayalıklarda yatıyorlar. Ancak denizden çıkıp, kayalıklara tırmanmaya çalışırken,düşen foklar, çok şirinler gerçekten. Boulders Beach’e giderken yolda Simon’s Town diye bir kasaba var. Mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Çok ucuz fiyata değerli taşları satılmaktadır. Afrika'nın en ucuna kadar inmişken, Ümit Burnu'nu görmeden dönmek olmaz değil mi? Ümit Burnu, 1488 yılında keşfedilmiş ve buraya ilk olarak Fırtınalar Burnu adı verilmiş. Atlas Okyanusu'nda fırtınalı bir yolculuktan sonra, daha sakin Hint okyanusuna geçiş kapısı olduğu için de gemiciler tarafından Ümit Burnu denilmiştir. Gittiğinizde neden Fırtınalar Burnu denildiğini çok iyi anlıyorsunuz. Öyle bir rüzgar var ki, saçlarınıza hakim olabilmeniz mümkün değil. Ümit Burnu'nda bulunan Milli Park'a ufak bir trenle çıkıyorsunuz ve bu tren yolculuğunun ardından, Hint Okyanusu ile Atlas Okyanusun birleştiği noktadasınız, ve karşınızda da dev dalgalar...
Siz de benim gibi çiçek ve bitki sevdalısı iseniz birbirinden güzel dokuz binden fazla bitki çeşidi ile Kirstenbosch Botanik Bahçesi’ni görmeniz gerekecek. 528 hektardan oluşan bir alana kurulmuş olan bu bahçede, çok şirin piknik alanları, restoran ve kafeler de bulunuyor.
Alışveriş için bu şehirde oldukça çok seçeneğiniz var. Burada satın alınabilecek olan ilk ürün renkli ve değerli mücevher olmalıdır. Ancak bu şehirde incik boncuk ve takı sektörü sadece değerli taşlarla sınırlı değildir. Emitasyon takılarında gerçeklerine taş çıkartacak cinsten olduğu söylenebilir.
Tabii ki de şehirde alışveriş seçeneği sadece mücevherlerden ibaret değil! Birçok pazarlarda yöre halkının yapmış olduğu oyma işi tahta ürünler, el işi deri malzemeler ve cam yapımı ustaların ellerinden çıkan cam ürünlerini satın alabilirsiniz.
Güney Afrika tamamen zıtlar ülkesi. Tabiatı insanı çok farklı bir duygu seline ile sürüklüyor. Afrika’ya dokundukça, en sıcak haliyle kucaklıyor sizi. Uçuş süresi: 10.5 saat, saat farkı: Yok, vize gerekmiyor. Ayrıca banknotlarında ülkenin önde gelen bir şahsiyetleri yerine hayvan resimleri olan tek ülkedir. Ülkemizde kış yaşanırken, burada yaz yaşanmaktadır. Bir sürü farklı şeyi görebileceğiniz, tadabileceğiniz ve alışveriş yapabileceğiniz ucuz bir ülke. Siyah-beyaz ayrımının hissedilir gerginliği, hava karardıktan sonra dışarı çıkılma korkusuna sebep olmaktadır. Her yerin erkenden kapanması, bir yanda aşırı bir zenginlik ve diğer yanda aşırı derecede açlık ve yoksulluk ülkedeki can güvenliğinin sıfırın altında olmasına sebep oluyor. Avrupalı barbar beyazların siyahlara karşı uyguladığı ırkçılık politikasının hala sürdüğünü ve ülkeyi talan ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir gün malikane sahibi bir siyahinin kapısında beyaz bir hizmetçi görürsek o zaman ırkçılığın bittiğine inanırız, gerisi laf-ü güzaf.
Kelle koltukta macera aramak isteyenler için ideal bir ülke! Akşamları sadece pencereden dışarıya kafanızı uzatabilirsiniz. O kadar…