Bilgi güvenliği stratejimiz, var mı? Yok mu?
Gerek akademik teşvik, akademik yükseltilme yönetmeliklerinde gerekse üniversite sıralamalarında kalite ölçütü olarak yayın temel olmak üzere sayıları kullanıyoruz. Bir üniversitenin kalite sıralamasını belirleyen en önemli kriter üniversitede görev yapan akademisyenlerin yayın sayısıdır. Bilim insanını değerlendirmekte de aynı çerçevede yapmış olduğu yayın sayısına bakıyoruz. Sayılar üzerinden kaliteyi ölçmeye çalışıyor ve niteliği niceliğe kurban ediyoruz. Vurgulamak istediğim üniversiteyi ve bilim insanını değerlendirmek için niteliğe odaklanacak, niteliği ölçecek modeller kurgulamalıyız.
Yine de sayıların hegemonyasındaki akademimize dair birkaç hususu paylaşmadan evvel takdir hissiyatımı paylaşmak istiyorum. Yükseköğretim sistemimizin etik kontrol mekanizmalarının zayıflığı ve etik davranışı cezalandıran bir kurgusu olsa da Bilim insanlarımızın dürüst kalma çabası takdire şayandır. Yanlışı, kirli networkları, etik dışı davranışı ödüllendiren yapısal kurguya rağmen dürüst kalabilmek için ısrarla mücadele eden Bilim insanlarımızı cesaretlendirmek ve bu kurguyu deşifre etmek STK Kimliğimizin gereğidir.
Ülkemiz, dünya bilimsel yayın liginde 20-25. sıralarda iken, avcı/yağmacı yayıncılık dediğimiz teknik tabiri ile predotary yayıncılıkta 2-3. sıralardayız. Yükseköğretim Kurulu avcı/yağmacı dergilerle mücadele için son zamanlarda başlattığı çalışmalara devam etmesi ve daha nitelikli insiyatif alması gerekmektedir. Aynı tedbirler sözde bilimsel özde turistik kongreler içinde alınmalıdır.
Yine bilimsel yayında atıf sayısı önemli bir kriterdir ve makale başı atıf sayımız % 45-55 bandındadır. Demek oluyor ki, makalelerimizin yarısı hiç atıf almıyor. Bilimsel yayında sıramız 20-25 iken atıfta sıramız 150-180 arasında, etkili yayın yapamıyoruz. Ayrıca atıfta nicelik yanında nitelik sorunumuz da var. Predotary yayın habitatında oluşan atıf networkü ve maniplatif atıflar... Üstelik bu etik ihlalinin tespiti de imkansız gibidir. Atıfların büyük kısmı birbirine atıf yapan 5-8 kişilik networklar. Yüksek Lisans ve Doktora öğrencileri denkleme dahil edildiğinde tablo çok daha vahim hal alıyor.
Sorun sistematik; tüm akademik yükselme ve kalite göstergelerinizi sayılar üzerinden inşa ederseniz, bilimsel yayının içeriğinin ve niteliğinin değersizleştiği böyle bir tablonun doğması kaçınılmazdır. Tüm akademik yükselme sisteminizi yayın sayısı üzerinden inşa ettiğinizde oluşan bir komplikasyonda;
Bizi lider ülke yapacak, en önemli güç kaynağımız olan, büyük kaynaklar tahsis ederek ürettiğimiz bilginin, uluslararası yayınlar yolu ile rakiplerimize peşkeş çekilmesidir, yağmalanmasıdır. Yükseköğretim sistemimiz, bilginin üretimi aşamasında destek vermez iken, bilginin difuzyonuna özelikle uluslararası difuzyonuna önemli destekler sunmaktadır. Ülkemizin bilgi üretim kapasitesi, uluslararası sisteme bedelsiz transfer edilmektedir. Bu komplikasyona fikir patenti ile kısmi bir çözüm üretebiliriz ancak asıl yapılması gereken Bilgi Güvenliği Stratejimizin bu boyutu da dikkate alarak yeniden yapılandırılmasıdır. Yine Yükseköğretim sistemimiz bilginin ticarileştirilmesini, metalaştırılması sürecini önemsememektedir, dikkate almamaktadır.
Yükseköğretim sistemimizin geneline dair yaptığımız bu yapısal analiz sonrasında sistemin en önemli unsuruna akademisyenlerimize dair bir analiz ile yazımızı nihayetlendirelim.
Bir akademisyenin akademik yaşamı profesör unvanını almadan önceki dönem; doktora süreci, Dr. Öğretim üyeliği ve doçentlik süreci ile birlikte 17-20 yıl kadar sürmektedir. Profesör unvanını aldıktan sonraki dönem ise takriben 25 yıl kadar sürmektedir. Görüldüğü gibi bir bilim insanının akademik yaşamının yarıdan fazlası profesör unvanını aldıktan sonrası sürece aittir. Bir akademisyenin akademik anlamda en verimli dönemi, doktora sonrası süreçte başlamakta, pik noktasına doçent unvanının son yıllarında ve profesör unvanının alındığı ilk 2-3 yılda ulaşılmakta, 2-3 yıl süren bir plato evresi ardından düşüşe geçen trend 20 yıl kadar devam etmektedir. Tabi istisnaları, 60’lı yaşlarda olmasına rağmen ilk günkü akademik heyecanı, bilim üretme heyecanını taşıyan hocalarımı tenzih ediyorum.
Bu tesbitlerin ardından;
- Akademisyenin akademisyen kimliğini kazandığı doktora öncesi dönemde ki kahır ekseriyeti araştırma görevlileridir, bilimsel yönü olmayan idari işlemlerle meşgul edilerek yetiştirme süreci iyi değerlendirilememektedir. Bu dönem ‘kalkış/take of’ dönemi olarak çok önemlidir ve bu dönemde araştırma görevlilerimize iyi bir bilim insanı kimliğini kazandırmak için her türlü destek verilmeli, yetiştirme amacına matuf olmayan sınav dahil üzerlerindeki her türlü idari yük alınmalıdır.
- Akademik üretkenliği teşvik için öğretim üyesi atama yönetmeliklerine getirilen kriterlerin doğruluğu ve etkinliği ile ilgili çekincelerim olmakla birlikte akademik üretkenliği teşvik için getirilen ağırlığı yayın olan kriterler, akademisyenin en üretken olduğu Dr. Öğretim Üyesi, Doçent ve Profesör atama sürecine aittir. Bilimsel üretkenliğin düştüğü profesör unvanının alınışından 4-5 yıl sonrası döneme ait herhangi bir teşvik edici mevzuat düzenlemesi yoktur. Daha net bir ifade ile kıdemli profesörlerimizin akademik verimliliğini arttıracak teşvik edici düzenlemeler yoktur ve acilen yapılmalıdır.
Akademisyen demografisi yaşlanan üniversitelerimizde bu düzenlemelerin yapılması gerekliliği tercih boyutunu aşmış, mecburiyet olmuştur.