Bekir Dolu
Bekir Dolu ARABESK YAVŞAKLIĞI!

ARABESK YAVŞAKLIĞI!

Arabesk yavşaklığı, çıkışıyla bir süre gündemi meşgul eden ağzı bozuk piyano sanatçısının haklılık payı var mıdır? 

Kimileri; “Zevkler ve renkler tartışılmaz” diyor. Eleştiriden kaçmak için sığınılan sağlam kaledir bu. Sıkışınca kaleye çekilip, kapılar kapatılır.

Bu konularda eleştiriye maruz kalanların sıkışınca kaçtıkları bir başka sığınak da “ ne yapalım toplum talep ediyor” sözüdür. Çoğunluğun beğenisini şahit tutarak yapılan savunma. En bayağı numara da budur. Çoğunluğun her koşulda haklı olduğunu iddia ederek işin içinden sıyrılma numarası.

 

Bazılarına göre ise zevkler de renkler de bal gibi de tartışılır. Yeter ki, seviye düşmesin.

İnsanlık tarihine baktığımızda, sanatçıların, çoğu kez ortalamanın düşüncelerine ters düştükleri görülür. Yani biraz egzantriktir sanatçılar. Sahip olamadığımız ince bir ruhun ilginç yansımalarını bekleriz sanatçılardan. Gerçek bir sanatçıda egzantriklik, hoş da durur.  

Fakat toplumu aşağılama, tepeden bakma, hakaret etme, sövme tavırlarının egzantiriklikle falan alakası yoktur. Bu düpedüz terbiyesizliktir.

 “Bırakır giderim vallahi, akıllı olun!” “Avrupa’ya yerleşirim, siz benim kıymetimi biliyorsunuz” diyerek yüreklerimize korku salan değerli piyanocumuz; Arabesk yavşaklığından utanıyorum buyurmasaydı, böyle bir yazı ile karşınıza çıkmazdık muhtemelen.

İşin aslı, arabesk müziğin değeri konusunda sonuna kadar haklı. Söylemek istediği şey doğru da söyleyişte edep yok maalesef.

Arabeske yavşaklık diyeceğine, estetik değeri yok dese. Ya da bu müziğin insanların acılarını sömürmek üzere kurgulanmış bir piyasa malı olduğunu söylese veya bu müziği icra eden müzisyenlerin bile bu müziği dinlemeye tahammül edemediğini söyleseydi ve pek tabi ki sözünü terbiyesizleşmeden söyleyebilse idi.  

En önemlisi de;

İnsanımızın arabesk denen seviyesi düşük bu müziğe neden mahkûm edildiğini, nasıl mecbur bırakıldığını, zahmet edip araştırsa idi, o bayramlık ağzını açmadan en az iki kez düşünürdü.

Ya hiç ağzını açmazdı, ya da üsturubuyla söylerdi sözünü. Bir Allah’ın kulu da karşı çıkmazdı. Çünkü özünde adam haklı. Yok böyle bir müzik. Var kardeşim diyenler olabilir. Tamam, vardır da bir değeri yok. Arabeski ve bu müziği pazarlayan tüccar kesimi eleştireyim derken dinleyicilere de topyekûn sallayınca işin rengi değişiyor. Çizme aşılmış oluyor bu noktada. Çizmeyi aşmamak lazım.

Şöyle ki; bu arabeskin ne olduğunu, nasıl doğduğunu, bu virüsü bünyemize kimlerin soktuğunu bilseydi eğer, sağa sola pislik atmazdı.

1930’ların tek parti yönetimi,  her alanda yaptığı tepeden inme devrimciliği ile müziğe de bir çeki düzen vermelim demişler. Tabi haklarıdır(!) Babalarının çiftliği nasıl olsa.

Bu bağlamda Türk Müziği, doğu (fars-arap- islam) etkisinden arındırılarak, batı tarzı çok sesli bir müzik kültürünün yerleştirilmesi hedeflemiş.

Bir müzik devrimi yapılacak ve her alanda olduğu gibi müzik alanında da modernleşilecek. İlk adım 1926’da Osmanlının ilk resmi müzik okulu olan Darülelhan lağvedilip, İstanbul Belediye Konservatuarı haline getiriliyor. Burada Türk Musikisi eğitimi yasaklanıyor.

Daha sonra; Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya 1934 yılında bir genelge yayımlar. Genelgeyle "Alaturka musikinin tamamen kaldırılması ve yalnız garp tekniğiyle bestelenmiş musiki parçalarımızın garp tekniğini bilen sanatkârlar tarafından çalınması" devlet eliyle mecburi kılınır. Bu yasak yalnızca radyoyla sınırlı kalmaz. Bilakis yurt çapında bir yasak olarak algılanıp ve uygulanır.

          Tepeden inmeci tek parti iktidarının ben yaptım oldu, uysa da oldu, uymasa da oldu tarzı devrimci(!) refleksiyle müziğe de bir el atıvermesi sonradan geri teper haliyle. Uzun yıllar devam eden yasakçı zihniyetin eseri olarak Türk musikisi ile halk arasında kopukluk meydana gelir.

Devrimcilerin dayattığı bu çok sesli batı müziğini bir türlü kabullenemez halkımız. Klasik Türk Musikisinin inkâr edilmesi ve yerine çok sesli batı müziğinin dayatılması (devrim) halkı başka arayışlara iter.

Dayatılan batı müziği ve operadan hazzetmeyen halk, uzun kış gecelerinde dinleyecek (adam gibi) bir şey bulabilmek için, radyolarının düğmelerini karıştırmaya başlayınca İran ve Mısır müziği ile tanışır mecburen.

Uzun dalga radyo frekanslarında keşfettikleri bu müzik ile kendi öz müziğimizin ve kullanılan enstrümanların benzeştiğini keşfeden halk dayatmalara da bir tepki olarak hızla bu müziğe meyil vermeye başlar.

İşte YAVŞAK(!) arabesk müziğin doğuşunun kısa hikâyesi budur. Haydi, gel de çık işin içinden!  Yavşak olan arabesk müzik mi? Dinleyen mi? Dinleten mi? Dayatan mı? Yoksa bilip bilmeden ağzını bozan mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bekir Dolu Arşivi