Veli Kültü ve Türbe Ziyaretiyle İlgili Problemler (2)
Genel olarak türbe ziyâreti hakkında Gazzâli’nin açıklamasına benzer bir açıklama Alauddevle Simnânî’den (v. 736/1336) gelmektedir: Ona bir mürîdi bir gün şöyle bir soru sorar: Mademki ruhtan ayrılan beden toprak altında bir şey hissetmez, ruhlar âleminde de perde yoktur. Öyleyse insanın kabir ziyâretine gitmesine ne gerek vardır? (….) Büyük bir zâtın ruhuna teveccüh etmek/yönelmek yetmez mi?” Şeyhi şöyle der: “Yetmez. Çünkü ziyâretin faydası, ziyâret edenin o kişinin toprağını hissederek bağlılığının artmasıdır. İknci olarak her ne kadar ruhlara perde yoksa da mezardaki bedenle ilgisi, başka yerden daha çok olsa (orada daha çok bulunsa ve hissedilse) gerektir.” Burada Kur'ân ve Sünnet’te “kabir azâbı” diye bir azap çeşidinden söz edilmesinin, ruhun kabirdeki bedenle ilgisini devam ettirdiğine dair bir delil olarak ele alabileceğimizi de hatırda tutmak gerekir.
Burada, İslam toplumunu ilmen ve amelen yönlendiren sufiler dahil büyük alimlerin türbelerinin, sultanların, devlet adamlarının ziyarete açık olmasının bir sakıncası olmadığını, hatta sıradan velilerin de her insan gibi kabirlerinin ziyaret edilmesinin "onların hakkı" olduğunuu, ama buna, kutsanmaya varan ve dinde yeri olmayan bir takım pratiklerin eşlik etmemesi gerektiğini, islam dinine göre kabir ziyaretinin şeklinin belli olduğunu belirtmekle yetiniyoruz: Peygamberimiz, kabir ziyaretinde "Ey mü'minler yurdunun saklinleri! Bizler de inşallah sizlere kavuşacağız. Allah'tan bizim ve sizin için âfiyet dilerim" selam ve duasında bulunmamız gerektiğini bize talim etmiştir. (Detaylar için bkz. Hülya Küçük, Tasavvufa Giriş, İstanul 2015, ss. 197-198 ve Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihine Giriş, 4. Baskı, İstanbul, 2015, ss.256-260)
G. KEŞFÎ BİLGİYLE İLGİLİ PROBLEMLER
Sufiler kalplerine gelen bilgilere çeşitli isimler verirler. Muhadara, mükâşefe, müşâhede, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakke’l-yakîn, ilm-i ledün, Keşf ve ilham gibi. Bu bilgiler sufinin sadece kendisini bağlayan bilgilerdir ve başkalarına anlatması aslında doğru da değildir. Çünkü tebliğle me’mur olan sadece peygamberlerdir. Muhâdara, kalbin Hakk'ın yanına yükselme halidir ki buraya varabilmesinde rol oynayan henüz aklıdır. Bu, aynı zamanda “ilme’l-yakîn”dir. Kalp bu halde iken perde açılır, ilahî sırlardan bazıları görünürse buna “mükâşefe” denir. Tabiî olarak, bu mertebeye ulaşmak kulun güzel amelleri sayesindedir. Bu yolla elde edilen bilgiye, "keşf ve ilham" denir. Bu, aynı zamanda “ayne’l-yakîn (gözle görüyormuşçasına)” bilmektir. Müşâhede ise açılan bu perdeden Hakk'ın ve sırlarının artık iyân- beyân bir şekilde görünür hale gelmesidir ki bu aynı zamanda hakke’l-yakîn (gerçek, hakîkî yakîn) bilgi demektir. Perde kalktıktan sonra orada olanları görür hale gelmeye de sufi kendisi yok olmuş, herşeyde Hakk’ı görür hale gelmiştir.
Yakîn, kesin ve açık bilgi türlerinin hepsi için kullanılan bir kelimedir. Burada olayın kalple gerçekleşmesine rağmen “görme” kelimesinin kullaılması ilginçtir. Müşâhede hali, “setr” halinin karşıtı olarak da kullanılabilir. Setr ortadan kalkar, tecelliler arka arkaya gelirse, sufi hep aydınlık ve nur içinde olur. Bu sebeple Kur'ân, müminleri, Allah’ın “zulumât/karanlıklardan nûr/aydınlığa çıkardığı” kişiler olarak tanımlar. Karanlık ve kara/siyah tam da bu sebepten küfrün, şeytanın ve yasın rengi sayılır. Zıddı olan beyaz renk ona tercih edilir. Öyleyse, imanın asgarisi için de müşâhede gereklidir. Kalbiyle hiçbir şey görmeyen, gayba/metafizik âleme hiç inanamaz. Bu gerçek, şehâdet kelimesi içinde dahi saklıdır: Eşhedü enlâ ilahe illellah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûluh (şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehâdet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. Yani, mü’min, Allah’ı görüyormuşçasına yakîn/kesin bilgi içinde olandır. Bu, kalp gözüyle görmekten başka bir şey değildir.
Tasavvuf kitaplarında genelde Hz. Ali’ye isnad edilen: "Görmediğim Rabbe tapmam" veya "Perde açılsa yakînim (şimdiki halinden) daha çok artmazdı" demek mü’minliğin yüce bir boyutudur. İnsanın Allah’ı görür gibi olma haline “ihsân” da denir. Hadiste de buyrulduğu üzere “Biz onu görmüyorsak da o hep bizi görmektedir” (Buhârî, İmân, 37). “Şüphesiz Allah üzerinizde bir gözetleyicidir” (Nisa 4/1) buyuran Kur'ân bunu vurgulamakta ve bu noktayı anlamayan insanları: “Rabbinin kendisini gördüğünü bilmiyor mu?” (Alak, 96/14) diye azarlamaktadır.
Allah bir kimseye ya nefsinde uygulayacağı veya başkalarına da uygulamayı emredeceği bir şeriat/kurallar topluluğu gönderebilir. Bunu melekler vasıtasıyla yapar. Başkalarının uyacağı vahyi alanlar, sadece peygamberlerdir. Diğer insanlarınki, sübjektiftir/indîdir ve dolayısıyla sadece kendilerini bağlar. Her hal ü kârda olay, hayal âleminde gerçekleşir. Bu kişinin kendisine gelen bu ilmi başkalarına da tebliğ etmesi yani onları kendisine uymaya çağırması ise gerekmez. Bunu yapması için peygamber olması gerekir (İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, V/72-72).
Kur'ân'da Hz. Musa'ya işareten: “Ve ona katımızdan bir ilim vermiştik” (Kehf 18/65) âyetindeki “ledunnâ” kelimesinden alınan bu terim, daha önce tanımını verdiğimiz bütün ilim/bilgi çeşitlerini içine alan bir terimdir. Allah’ın sevgili kullarına, dünyevî bir araç olmaksızın verdiği, daha doğrusu bağışladığı ilimdir. Bu terimin tarifini veren kaynaklar, “doğrudan Allah’tan kalbe gelen bilgi” diye tarif etmişlerse de Gazzâlî’nin dediği gibi kâinatta her işi yapan, hatta gıdaları bile mideye çeken, oradan karaciğer ve barsaklara çeken bir melek olduğuna göre, bize O’ndan bilgiyi getiren bir melek de olmalıdır. Şu kadar var ki bu ilmi peygambere getiren melek Cebrâil iken, diğer insanlara getiren melekler, küçük işlerle görevli meleklerdir, denebilir. (Detaylar için bkz. H. Küçük, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihine Giriş, ss.113-126).