TASAVVUFUN İSLAMÎLİĞİ KONUSUNDAKİ PROBLEMLER (1)
Tasavvuf, ortaya çıktığı zamanlardan itibaren İslâm'a ve İslâm'ın bünyesine uygunluğu tartışılan bir dünya görüşü veya yaşayış halini temsil eden bir sistem olarak karşımıza çıkar. Bu sebeble tasavvuf kendisini, devamlı bir tartışmanın ve yoğun eleştirilerin ortasında bulmuştur. Bu yoğun eleştiriler, tasavvufun da zaman zaman kendini sorgulamasının ve içindeki çizgi dışı unsurları atmaya çalışmasının yolunu açmıştır. Hâris Muhâsibî, Cüneyd Bağdâdî, Ebu Nasr Serrâc, Ebu Bekr Kelâbâzî, Kuşeyrî, Hücvîrî ve Gazzâlî gibi klasik dönem tasavvuf teorisyenleri, İslâm tasavvufunun, kendinde mevcut olan saflığını korumasına çalışan mistik simalar olarak ortaya çıkar.
Tasavvufun kabul ettiği bir çok pratik ve ritüelin, İslamî bir temeli olup olmadığı tartışması çok eski olmakla beraber, bu konudaki tartışma ve ihtilafların en önemli örneklerinden birisi XI/XVII. yüzyıldaki "Kadızâdeliler-Sivâsîler" kavgasıdır: Bu kavga o kadar meşhur olmuştu ki onlardan bu yana, tasavvufun İslam dininin normlarına uygun olup olmadığı meselesinde tartışanlar "Kadızâdeli (şeriat taraftarı) – Sufi (tasavvuf taraftarı)" diye anılagelmiştir. Kadızâdeliler isimlerini, Birgivî Mehmed Efendi'nin (ö.981/1573) Tarîkat-ı Muhammediye adlı eserinin propagandisti Kadızâde Mehmed Efendi'den (ö.1045/1635) almışlardır. Bu kişi bir ara, dönemindeki Terceman Tekkesi şeyhi Ömer Efendi'nin tarikatine girmişse de karakterine uygun gelmediğinden bir müddet sonra oradan ayrılarak kürsülerde vaaz vermeye başlayan ve az zamanda güzel konuşmasıyla tanınmış hale gelen bir vaizdi. Şiddetli bir tasavvuf düşmanı idi. Sivâsîleri ise "Sivâsî Efendi" diye bilinen Halvetî şeyhi Abdülmecid Sivâsî Efendi (ö.1049/1639) ve aynı tarikatten gelen diğer bazı kişiler temsil etmiştir. Devrân ve semâ, vahdet-i vücûd gibi konular aradaki tartışma konularının bazılarını oluşturmakta idi. XVII. yüzyılda kendilerine sarayda destek bulan bu grup, Sultan İbrahim'in saltanatının son yılları ile henüz yedi yaşında tahta çıkmış olan IV. Mehmet'in saltanatının ilk yıllarında o kadar etkili oldu ki, sadece tarîkat mensupları değil, tekkelere devam eden halk da kâfir sayıldı. Kadızâdelilerin saraydaki nüfuz ve etkileri, bu halkın çoğunun öldürüldüğü 1066/1656 yılında meydana gelen "Çınar Vak'ası" veya "Vak'a-yı Vakvakiyye" denen olaya kadar sürdü. Bu tarihte, İstanbul'daki bütün tekkeleri yıkmaları, gördükleri dervişlere ‒ onları kâfir saydıkları için ‒, "tecdid-i iman/yeniden İslam'a girmeyi" teklif etmeleri ve bunu kabul etmeyenleri öldürmeleriyle olaylar çığırından çıkınca, Köprülü Mehmet Paşa, devrin ünlü bilginlerini toplayıp Kadızâdeliler hakkında bir toplantı yaptı ve alınan bir kararla, Kadızâdelilerin katli/öldürülmeleri için ferman çıkarttı. Ancak, bu karar daha sonra sürgüne çevrildi. Bundan sonra bu tür olaylar bitmediyse de hızı kesildi. Şimdi, genel olarak tartışmaya sebep olan konuların bazılarını biraz detaylandırarak birkaç örnek vermeye geçebiliriz.
A. Tasavvufun Orijininin İslamiliği konusundaki Problemler
İlk sufilerin Arap olmaktan çok İranlı olduğu veya Hint ve Neo-Platonik kaynaklardan beslenen kişiler olduğu hep iddia edilegelmiştir. Bunları tasavvufun doğuşundaki etkenleri incelerken ele aldığımız için burada sadece şu kadarını söyleyelim ki, ilk sufiler arasında İranlı olanlar olduğu gibi Arap olanlar da vardı. Daha da önemlisi, bütün mistik hareketler gibi tasavvuf da "Yüce bir güce", "mutlak bir yaratıcıya" aşık olmak ve O'na ulaşmayı hedeflediğinden yolda ve hedefte benzer birçok noktanın bulunması gayet doğal bir fenomendir ve bunun, orijinde başka bir dinden kaynaklanıyor olmasıyla ilgisi yoktur.