Prof. Dr. Hülya Küçük
Prof. Dr. Hülya Küçük “Sufilerin Keramete İltifat Etmemesi Gerekir”

“Sufilerin Keramete İltifat Etmemesi Gerekir”

DÜNDEN DEVAM…

Kerâmete yapılan bu vurgu, aslında laymanın/tasavvuf ehli olmayan kişinin, kerâmetleri inkârına inat yapılan bir vurgudur. Çünkü aslında sûfîlere göre kerâmet saklanması gereken bir sırdır ve gerçekleştiği zaman veli, bunun kerâmet mi istidrâc mı olduğuna kesinlikle bilemez. Üstelik Sevgili'nin/Allah'ın sırrını açığa çıkarmak büyük bir vebâl olduğu gibi müşâhede halinde bulunan bir velinin – ki kerâmet ancak bu halde meydana gelir – kerâmetini, kendisinden başkasının görmesi imkânsızdır (Hücvîrî, 1982: 333, 337).

Başka bir açıdan bakıldığında kerâmet, Allah'ın kendisine doğru yönelmesini, imanının artmasını, daha şevkle nefis terbiyesine yönelmesini, dünyaya karşı zühdünü artırmasını ve güzel ahlakla bezenmesini istediği mübtedi/başlangıçta olan kullarına gönderdiği hediyelerdendir. Tam da bu sebeple kerâmetin yokluğu, bir kimse için kusur değildir ve sufinin kerâmete fazla iltifat etmemesi gerekir (Sühreverdî, 1426/2005: 128). Suyun üzerine seccadesini serip namaz kılan Hasan Basrî'ye (v. 110/728) karşı aynı ibadeti havada icrâ edebildiğini gösteren Râbi‘a Adeviyye (v. 185/801) , yaptığından pişman olup: "Ey Hasan! Senin yaptığını balıklar, benim yaptığımı da kuşlar da yapıyor. İş bunun ötesinde!" (Attâr, 1983: 78) dediği hepimizin malumudur. Beyazıd Bistâmî (v. 261/875) de: "Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar kerâmetlere sahip olduğunu gözlerinizle görseniz, o adamın Allah'ın emir ve yasaklarına, kanunlarına uyduğunu görünceye kadar, ona aldanmayınız" uyarısında bulunduğunu da (Kuşeyrî, 1413/1993: 396-397) buradaki herkes bilir.

Ayrıca Unutmamak gerekir ki Tasavvuf teorisyenlerinden bazıları, duanın kabul edilmesi, haram olan yiyeceği yiyememe gibi ancak dine uygun olan olaylara kerâmet denebileceğini, dünyevî olağanüstülüklere iltifat edilmemesi gerektiğini söylerler (Kuşeyrî, 1413/1993: 353; Hücvîrî, 1373: 292). Onlara göre aslında en büyük kerâmet, insanın Allah'a itaatte başarılı olmasıdır (Kuşeyrî, 1413/1993: 356).  Burada başka bir mesele de “akla uygun olmama” konusudur. Akla uygun olmamanın ölçüsü nedir? Mesela aya çıkmanın muhâl göründüğü bir dönemde böyle bir şeyi akıl almayabilirdi ama şimdi bunu yalanlamak akıl-dışılık olarak kabul edilmektedir. Üstelik akl-ı meâd için bir sınır yoktur ve sûfîlere göre ârif, hayâli çok güçlü olan ve bizim kafamızda yarattığımız şeyi o dışarıda yaratabilendir.  

 

Modern dünyada, birçok bilim dalı bu tür olağanüstü olayları ”safsata ve hayâl ürünü” olarak nitelerken, bunların varlığını kabul eden ve bunların esrarını çözmeye çalışan ve bir sosyal bilim vardır ki "Parapsikoloji" olarak adlandırılır. Pozitivizmin dünyada hâlâ revaçta olduğunu göz önüne alırsak, Parapsikolojiyi bir bilim dalı olarak görmek istemeyen bilim adamlarının çoğunlukta olduğunu anlamanın işten bile sayılmayacağını söyleyebiliriz ama zaman zaman olağanüstü ve akılla açıklanamayacak olan olayların varlığında da şüphe yoktur. Ancak herşeye rağmen, tasavvuf ve tabakāt kitaplarının, menâkıbnâmeleri ve kerâmetleri zikretmeden geçmemesi, tasavvuf tarihi araştırmacısının en büyük handikaplarından birisi olarak kalmaya devam edeceğe benzemektedir. Oysa tasavvuf tarihi boyunca, velilerin kerâmetleriyle o kadar çok uğraşılmıştır ki, elimizde velilerin hayat ve öğretilerinden çok kerâmetleri hakkında rivayetler mevcut hale gelmiştir. Bunun sorumluluğunun biraz da tasavvufa değil, halka ve tasavvuf tarihini yazanlara ait olması gerektir. Hatta bir keresinde bir sûfî için anlatılan bir olay, diğer seferinde başkası için anlatılabilir. Burada, Doğu'da bir hikâyenin oluşturulmasında otantikliğin daima ikinci plana atılmasının, evliyâ menkıbelerinin, verilmek istenen "etik/ahlakî içerik" için sadece bir kılıf olmasının ve bu kılıfın, kültürde olan şeylerden seçilmesinin mantıksallığının da hesaba katılması gerekir (krş. Güngör, 1991: 105).

Ayrıca, dünya değil âhiretin peşinde olan insanların, kerâmet yoluyla şeyhliklerini etrafa duyurup mürid toplama davasından uzak durmuş olacaklarını, aksini yapanlarınsa, gerçek tasavvufla ilgilerinin olmadığını düşünmenin yanlış bir tutum olmaması gerekir.

 

Burada bir diğer mes’ele, birçok sufinin hayatı hakkında tarihî kaynaktan yoksun olunuşu dolayısıyla menâkıbnâmelerin kullanmak zorunda kalınması, ama nasıl kullanılacağı konusunda bir fikir birliği olmayışıdır. Menâkıbnâmelerin târih kaynağı olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda çok çeşitli görüşler olmasına rağmen genelde kabul edilen görüş, bazı şartlar dikkate alınarak bir elemeden geçirildikleri takdirde, zengin birer kültür târihi kaynağı olarak görülebilecekleri ve kendilerinden istifâde sağlanabileceğidir (Ocak, 1992: 65 vd. ). Evliyâ menâkıbnâmeleri târih kaynağı olarak şüpheyle karşılanmakta ise de bunların asıl târihî kaynaklarla mukayeseleri netîcesinde, bir takım hurâfeler ve hârikulâle olaylar arasında gâyet güvenilir bilgiler verdikleri, hattâ tarihî kaynaklarda anlatılmayan devrin sosyal ve ekonomik hayâtına dair başka kaynaklarda bulunamayacak veriler sundukları da görülür (Ateş, 1993: 702; Köprülü, 1943: 421–25).

 

Yukarıda  kaydedilen bilgiler, aslında buradaki hâzirûnun bilgi dağarcığı içinde olan hususlardır. Onun için bunlarla ilgili fazla bir şey söylemek yerine menâkıbnâmelerin  hangi açılardan tarih ilminin kaynakları arasında olduğu üzerinde durmak ve ilmi araştırmalarda nasıl kullanılacağı konusuna geçmek istiyorum. Genel kabule göre, Tarih İlminin kaynakları üç ana kategoride toplanabilir:

a) Sözlü: Şiirler, hikâyeler, destanlar, menâkıbnâmeler, fıkralar, atasözleri,

b) Yazılı: Yazılı, çizili, görüntülü, sesli arşiv malzemeleri ve şecere, geneoloji, takvim, salnâme, vekayinâmeler, biyografi otobiyografi, hatırat, seyahatnâme, gazete, dergi gibi kütüphâne malzemeleri),

c) Müzelik malzemeler : Kitâbe, âbide, heykel, insan ve gelenek kalıntıları (etnografya)

Görüldüğü üzere, menâkıbnâmeler sözlü kaynaklar arasında zikredilmiştir. Bunların sonradan yazılı duruma getirilmiş olanlarının olması bu gerçeği değiştirmez.

Ayrıca Tarih İlmi, yazılış sebepleri açısından da bir tasnife tabi tutulmuş ve

a). Hikâyeci tarih (ağızdan ağıza dolaşan hatıralar, şiirler, eposlar ve logoglarca nesre çevrilmiş halleri),

b). Araştırmacı tarih (19. asırda ortaya çıkan tarihi bir olayın sebep, oluş ve neticelerini kaynaklara dayanarak tahlil eden gerçek mânâda Tarih İlmi) ve

c. Pragmatik tarih olarak adlandırılmıştır.  

Menâkıbnâmeler, Tarih ilminin  bu  üçüncü anlayışına çok elverişli malzeme sağlarlar. Çünkü bu tarih anlayışında geçmiş olaylardan ders almak, gelecekteki yolu doğru çizmek, okuyucuya ahlakî ve millî bizim örneklerimize göre,  ve dinî-tasavvufî duygular aşılamak isteyen öğretici tarihtir. Bu tarih anlayışının babası, Thukydides’tir. Polybios, Plutarkos, Tacitus, Machiavelli gibi yazarlar onun izinden  gitmiş olan kişilerdir ve bu tarihin en bâriz hususiyeti tarihte ün yapmış şahsiyetlere büyük yer vermesi, onları idealize etmesi, hatta âdetâ “insanüstü”  varlıklar haline getirmesidir.  İslâmdaki siyer kitaplarının metodu da buna benzer (Kütükoğlu, 1997: 6-7).

DEVAM EDECEK…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Prof. Dr. Hülya Küçük Arşivi