Kariyer mi…Bariyer mi…
Kariyer yapmak isteyen akademisyenlerimize birileri bariyer örmek istiyor…
Akademisyenlik bir hayat tarzıdır desek yanlış olmayacaktır. Akademisyenlerimiz, hayat boyu devam eden zorlu öğrenme ve eğitim sürecinin öznesidirler. Akademisyen bu zorlu eğitim sürecini başarabilmek için olağanüstü fedakarlıkla çalışmak zorundadır. Ailesini, sosyal çevresini ihmal ile sonuçlanan bir yaşama mahkumdur.
Bugünlerde akademisyenlerimiz hemen hemen bütün üniversitelerde eşzamanlı başlayan bir düzenlemenin mağdurudurlar. Üniversitelerimiz birbiri ardınca akademik atama ve yükseltme mevzuatı yayınlamaktadırlar. Yayınlanan mevzuatlarda akademik kadrolara atamalarda kullanılacak kriterlerin ağırlaştırılması akademisyenlerimizi büyük endişeye sevk etmektedir.
Akademisyen performansı, yükseköğretimin verimli, etkili ve sağlıklı yürütülebilmesi için kritik öneme haiz iken;
Akademik unvan alabilmek için karşılanması imkansız kriterlerin talep edilmesi zaten stresli bir mesleğin mensubu akademisyenlerimizin performansını negatife etmekte, motivasyonunu bozmakta, aidiyetini örselemektedir.
Bir akademisyenin yürüttüğü çalışmalar karmaşık, çeşitli ve çoğu zamanda ölçülmesi mümkün olmayacak biçimde belirsizdir. Akademisyen, hem öğretim faaliyetinde bulunmak, hem araştırmalar yapmak, hem de topluma hizmet sunmak zorundadır. Ve bu başlıklar altıda yürütülen çalışmalar her zaman ölçülebilir, sayılarla ifade edilebilir değildir. Dolayısıyla akademisyen performansını ölçmek, değerlendirmek zordur. Böylesi bir değerlendirme için parametre oluşturmak daha da zordur. Böylesi bir süreci inşa etmek ise imkansız seviyesindedir. Bilim alanı farklılıklarını, üniversitelerin yapısal farklılıklarını dikkate almadan bütün akademisyenleri değerlendirmek için herkese uyan tek bir formül veya şablon ortaya koymak ayrıca doğru da değildir. Atama ve yükseltmeye ilişkin düzenlemelerin potansiyel etkileri dikkate alındığında, stratejik bir bakış açısıyla üniversite vizyonunun bir bileşeni olarak ve en önemlisi tüm paydaşların katılımı ile yapılması gerekir. Ve bu, öğretim ve bilim üretim sürecinin devam ettiği dinamik bir çerçevede yapılmalıdır.
Aslında Yükseköğretim Kurulu tarafından çizilmiş ulusal düzeyde iki çerçeve yönetmelik var ve bu yönetmeliklerde asgari standartlar ulusal düzeyde belirlenmiştir. Ulusal düzeyde belirlenmiş bu çerçeve, üniversiteleri tatmin etmemiş olacak ki 10 yıl kadar önce az sayıda üniversitede yeni standartlar belirlemek için başlayan süreç yaygınlaşarak devam etti. Son 4-5 yıldır bütün üniversitelerimiz ardı ardına Akademik Yükseltme Yönetmeliklerini yayınlamakta ve bu merkezi bir süfle olduğu izlenimi üretmektedir. Bu düzenlemelerde üniversitelerin akademisyen kapasitesi ile uyumlu olmayan ve akademik yükselmeyi zorlaştıran bir mantık ile kurgulandığı görülmektedir. Ortak aklı dışlayarak dar bir kadro ile ‘yapalım, sonra sıkıntı olursa düzeltiriz.’ anlayışında yapılan bu düzenlemeler bir süre sonra kimse tarafından sahiplenilmemekte, sosyal desteğini kaybetmekte ve çok kısa bir sürede kadük kalmaktadır. Ama ürettiği travma kalıcı olmaktadır. Böylesi travma üreten bir sürece sessiz kalamazdık, kalmadık.
Bir sendika şubesinin görev tanımının ve kurumsal kapasitesinin çok üzerinde bir çalışmaya imza atıldı. Yükseköğretim sisteminin krizine ortak aklı harekete geçiren bir anlayış ile bilimsel ve sendikal çerçevede bir cevap verildi. Hafta içinde kamuoyuna açıklanacak rapor büyük bir tartışma başlatacak.
Bu rapor, yel değirmenlerine savaştır. Akademinin müesses nizamına meydan okumadır. Raporun oluşum sürecinde 6 oturumda durum analizi ve mevzuat tahlili yapıldı. Dünya bu işi nasıl yapıyor denilerek uygulamalara bakıldı, bir çerçeve oluştu.
Üniversite yönetimleri ‘bu yönetmeliklere neden ihtiyaç duymaktadır?’ sorusuna cevap arandı.
Akademisyenlerin bu yönetmeliklere yönelik negatif tutumunun nesnel ve öznel arka planını anlamaya çalışıldı.
Nihayetinde konu, 100’ün üzerinde her unvandan bilim insanı ile analiz edildi ve bir rapora dönüştü. Özetle;
Üniversite yönetimleriyle bu mevzuat düzenlemelerine niçin ihtiyaç duyulduğunu anlamaya çalıştığımızda ilk kurulan cümle ‘nitelikli akademisyen istihdamı arayışı’ olduğu idi. Görüşme detaylandırıldığında esas gerekçenin ‘üniversite sıralamaları’ olduğunu öğrendik. Üniversite ranking şirketlerinin yaptığı sıralamalar küresel, ulusal düzeyde üniversitenin kurumsal itibar göstergesi olarak kullanılmakla kalmamakta ayrıca üniversite yönetiminin şahsi itibar göstergesi olarak da kullanılmaktadır.
Bir itiraf;
Akademik Yükselme mevzuat çerçevesinin belirlenmesinde üniversitenin öğretim kalitesinin arttırılması, ölçülmesi gibi bir arayışın olmadığını, asıl saikin tekelleşmiş ticari şirketlerin yayınladığı sıralamalarda bir üst sıraya yükselmek olduğunu öğrendiğimde büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Akademik yöneticiliğin önceliklerine dair ümitsizliğe kapıldım.
Akademik yükselme sistemi tüm üniversitelerde kopya metinler olarak yayın merkezlidir. Bu kurgu, sadece binbir emekle ürettiğimiz bilginin küresel sisteme transferi gibi bir sonuç üretmekle kalmamakta aynı zamanda yayın kalitesinden predatory yayıncılığa kadar çeşitli komplikasyonlara da neden olmaktadır.
Mezunlarının istihdam oranları, uluslararasılaşma düzeyi, kaynak yaratma kapasitesi, fikri mülkiyet, faydalı model, teknolojik ürün üretme kapasitesi gibi, topluma hizmet uygulamaları, eğitim-öğretim ortamları gibi daha ölçülebilir ve üniversiteyi daha işlevsel kılacak ölçekler geliştirilebilecek iken maalesef kurgu bir sisteme Türkiye’nin geleceği mahkum edilmektedir. Niçin?
Üniversite yönetimi görev yaptığı 4-5 yıllık zaman dilimi içerisinde ‘üniversitemizi şurdan şuraya getirdik!’ diyebilmesi için…
Değer mi!..