KADİM MESELEMİZ KUDÜS
Bu meseleyi, Kur’an ve Kitab-ı Mukaddesi derinlemesine araştıran, üzerinde kafa yoran ve bütüncül (Tevhid) bir yaklaşım ortaya koyan sevgili ağabeyim Şemseddin Özdemir’in (ki kendisiyle geçmişte Yeni Haber için söyleşi yapmıştık) özgün bir çalışması olarak yayınlamayı düşünüyoruz.
O çalışmada özellikle haritalar eşliğinde ve Kitab-ı Mukaddes’te geçen ve bir yere kadar Müslümanlara atfedilen, bir yerden sonra da muazzam bir operasyonla meseleyi İsrailoğulları çıkarına doğru eviren ifadeler yer alacaktır.
Ayrıca o çalışmada hem Yahudiler tarafından hem de bizim bazı ilahiyatçılarımız tarafından “İSRAİLOĞULLARI” nezdinde dillendirilen “KAVİM” kavramının, “ETNİK bir IRK” olarak ele alınmasının yanlışlığı ortaya konulacaktır.
Daha ötesi, bizzat Kitab-ı Mukaddeste geçen bir bölümden yola çıkarak, aslında Yahudilerin kendi tezlerini yine kendilerinin çürüttüğü belgelenecektir.
Bunun yanı sıra, Müslümanların da KUDÜS meselesine dair bütüncül (TEVHİDİ) bir yaklaşımı nasıl ortaya koyabilecekleri, diğer ümmetler gibi “Peygamberlerin Yarıştırılması” hatasına/gafletine düşülmemesi noktasında ne yapmaları gerektiği konularında ufuk açıcı yaklaşımlar ele alınacaktır.
Bu bilgiyi paylaştıktan sonra, Şemseddin ağabeyin çalışması ve sunumu eşliğinde üç ayrı eğitim grubunda işlediğimiz KUDÜS meselesinden anladıklarımı sizlerle bir ön giriş mahiyetinde paylaşmak istiyorum.
****
KUDÜS ve BEREKETLİ TOPRAKLAR HAKİKATTE KİME VAAT EDİLDİ?
Kudüs ve Bereketli Toprakların kime vaat edildiği meselesi tafsilatlı bir şekilde anlaşılması için, meseleye Kur'an penceresinden bakılması elzemdir.
Lakin öncelikle bu meselenin Ehli Kitap ile Müslümanlar arasında vuku bulan bir anlaşmazlık olduğu tespitinin netleşmesi gerekir ki, meseleye hem Kur’an hem de (muharref) Kitab-ı Mukaddes penceresinden bakabilelim. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, Kitab-ı Mukaddes tahrif olmuş bir kitap olsa da içerisinde tahrif olmayan bölümler mevcuttur. Öyle ki onları okuduğunuz zaman hakikatten yansıyan mesajlar olduğunu hemen anlarsınız.
Örneğin;
“Sakının, insanlara salahınızı onların önünde gösteriş için yapmayın…
Sadaka verdiğin zaman sol elin sağ elinin ne yaptığını bilmesin de, sadakan gizlide kalsın.
Dua ettiğin zaman kendi iç odana gir ve kapını kapayarak gizlide.. dua et…
Yeryüzünde kendinize hazine biriktirmeyin ki, orada güve pas yiyip bozar ve orada hırsızlar delip girerler ve çalarlar. Fakat kendinize gökte hazineler biriktirin ki, orada ne güve ne de pas yiyip bozar ve hırsızlar orada ne deler ne de çalarlar.
Bedenin ışığı gözdür; imdi, gözün saf olursa bütün bedenin saf olur..
Kimse iki efendiye ibadet edemez, çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever, yahut da birini tutar, ötekini hor görür.
Yarın için kaygı çekmeyin, zira yarın ki gün kendisi için kaygı çekecektir. Kendi derdi güne yeter.
Hükmetmeyin ki, hükmolunmayasınız. Çünkü ne hükümle hükmederseniz onunla hükmolunacaksınız; ölçtüğünüz ölçü ile de size ölçülecektir. Ve niçin kardeşinin gözündeki çöpü görürsün de kendi gözündeki merteği seçmezsin?” Matta/Bab:5-6-7’den alıntı..
Buna benzer birçok ifade yer almakta Kitab-ı Mukaddeste.
Kaldı ki bu yazıda anlatılmak istenen, Allah’ın Kur’an’da bize bildirdiği üzere, Hz. Âdem’le başlayıp Hz. Muhammed ile hitama eren dinin adı İSLAM, bu dini insanlığa ulaştırmak için vazifelendirilen tüm elçiler de İSLAM ELÇİSİ/Peygamberleri olduğu HAKİKATİDİR.
Kur'an her şeyde olduğu gibi Ehli Kitap ile ilişkilerimizi de en makul ve gerçekçi bir şekilde düzenlemektedir.
Meseleyi ele alanlara baktığımızda, vahyin yol göstericiliğinden ziyade, bir kısmında klasik tarih bilgisi sunmaktan, bir kısmında ise sadece nefislerin şarj olmasından öte bir yaklaşım koyamadıklarını görüyoruz maalesef.
Oysa Kur'an bize şu ayetle ne bir mesaj ve çözüm yolu sunuyor;
"Elâ bi zikrillahi tetmeinn-ül kulub" Râd/28
Söyler misiniz lütfen bu ayet size neyi ifade ediyor?!?
Yoksa kalplerin geçici olarak yatıştırılması mı zannediliyor?
Oysa itminan bulma olayı, bir meselenin hakikat çerçevesinde kesin halliyle doğrudan alâkalıdır.
Ki uygulandığı/yürürlüğe konduğu takdirde hakikatli/doğru neticeler vereceği de garantilenmektedir. Bunun ahretteki karşılığı ise cennettir.
(kitaplarını okuyanlar bilirler ki Cevdet Said'in genel tezi de böyledir: Sünnetullah’a uygun hareket edilirse hayırlı sonuçlar alınacaktır.)
Kalplerin itminan bulduğu Allah'ın zikri, istisnasız her meselemizde bizlere çözüm yolları sunan Kur'an vahyi olduğu açıktır.
O sebepledir ki Kur'an vahyini meselelerimizin çözümü için uyguladığımızda ancak kalplerin itminan bulacağı anlatılmaktadır bizlere, yine Kur’an’ın kendisinde.
Aynı itminan kalp vurgusunun geçtiği şu ayette de kendini net olarak ortaya koymaktadır bu durum:
"Ey, Rabbine, itaat edip itminan bulan/huzura eren nefis!
Hem razı/hoşnut edici, hem de razı/hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön.
Dâhil ol cenneti hak eden ‘abid’lerimin arasına." Fecr/27-30
Bu ayetten de anlaşılıyor ki, itminan bulan nefsten/kalpten kasıt, Allah'ın vahyi doğrultusunda yaşam süren ve meselelerine onun ışığında çözüm bulanlardır.
Dolayısıyla Müslümanlar ne kadar çok bilgi birikimine sahip olsalar da, eğer Kur'an'a vukufiyetleri yetersiz ise, bilgilerini kullanmada ve meselelerin çözümü konusunda isabet etmeleri mümkün olmayacaktır. O sebeple de meselelere yaklaşımlarda Allah'ın maksadı üzerine hikmetli bir okuyuş yapılamayacaktır.
Bugün eksik ve ender bulunan şey bilgi değil, düşüncede pişip, tasavvurda belirginleşip, hayatta İŞLERLİĞE dönüşmüş ‘İLM’dir. Bunun MÜMESSİLİ de tabii ki ‘ÂLİM’dir. Âlimlik ise özel bir sınıfa tahsis edilmiş bir makam veya mevki değildir. Her Müslüman Kur’an’ı anlamakla yükümlüdür ve bundan hesaba çekilecektir.
Hep merak etmişimdir; neden şu ayetin kapsamına kendi atalarımızı, âlimlerimizi, hocalarımızı sokmayız:
"Zira onlara, "Allahın indirdiğine ve Elçisine gelin!" denildiğinde,
"Atalarımızdan gördüğümüz inançlar ve fiiller bizim için kâfidir" diye cevap verirler.
Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan uzak kimseler idiyseler de mi?" Maide/104
Öyle ya; ya onlar da bazı konularda yanlışa düşmüşlerse? Sonuçta hata ile kaim insanlar değil midir onlarda?
Mesela Kitab-ı Mukaddesteki dönemin âlimlerine yönelik şu ifadelerin, bugün de işlerliğini aynen koruduğunu buyurun sizler takdir ediniz:
“Ey engerekler nesli, siz kötü olduğunuz halde nasıl iyi şeyler söylersiniz? Çünkü ağız yüreğin taşmasından söyler. İyi adam, iyi hazinesinden iyi şeyler çıkarır; kötü adam, kötü hazinesinden kötü şeyler çıkarır.” Matta-12/34-35
“Sakının da, Fersiler ve Sadukiler hamurundan kaçının.” Matta-16/6
“Yazıcılar ve Ferisiler Musa’nın kürsüsüne otururlar; bundan dolayı size söyledikleri bütün şeyleri yapın ve tutun; fakat onların işlerine göre (onlar gibi) yapmayın; çünkü onlar söylerler ama yapmazlar. Evet; onlar ağır ve taşınması güç yükler bağlayıp insanların omuzlarına korlar, kendileri ise parmaklarıyla onları kımıldatmak dahi istemezler. Fakat onlar bütün işlerini insan görünmek için yaparlar. Çünkü, onlar hamaillerini genişletip, esvaplarının saçaklarını büyük yaparlar; ziyafetlerde üst yeri ve havralarda baş yerleri ve çarşı meydanlarında selamları ve insanlar tarafından ‘rabbi’ diye çağrılmayı severler…
Lakin vay başınıza yazıcılar ve Ferisiler, ikiyüzlüler. Çünkü siz göklerin melekûtunu insanların yüzlerine kapıyorsunuz; zira kendiniz girmiyorsunuz, girenleri de bırakmıyorsunuz ki girsinler.
Vay başınıza yazıcılar ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Zira bir mühtedi yapmak için denizi ve karayı dolaşıp (yeryüzünü altını üstüne getirirsiniz) ve bu gerçekleşirse siz onu kendinizden iki kat daha cehennem ehli yaparsınız.
Siz kör kılavuzlar vay başınıza!.
Nanenin, anasonun ve kimyonun ondalığını (öşrünü) veriyorsunuz da şeriatın daha ağır işlerini, adaleti merhameti ve imanı bırakıyorsunuz. Oysa onları yapmalı lakin bunları da bırakmamalı idiniz.
Ey kör kılavuzlar, siz küçük sineği süzerek ayırırsınız, fakat deveyi yutarsınız…
Siz badanalı kabirlere benzersiniz ki, dıştan güzel görünürler, fakat içten ölü kemikleri ve her türlü murdarlıkla doludurlar…
Siz peygamberlerin kabirlerini yaparsınız, Salihlerin türbelerini donatırsınız.. Fakat peygamberleri öldürenlerin oğulları olduğunuza kendiniz şahitlik edersiniz…” Matta-23/2-8; 13-15-16; 23/26-31
Kitab-ı Mukaddesteki bu örneklerden sonra, Kur’an ayetlerinin hikmeti ve maksadı konusunda iki ayete dikkat çekmek istiyorum. Öyle ki bu gibi ayetlerin maksadı göz önüne alınmadığından dolayı nice canlar heder olup gitti.
"Sen ey Peygamber! Savaşta ölüm korkusunu yenmeleri için inananları yüreklendir: Eğer sizden dirençli yirmi kişi olursa, bunlar iki yüz kişiyi alt eder; yok eğer sizden yüz kişi olursa, inkârda direnenlerden bin kişiyi alt eder: çünkü onlar derin kavrayıştan mahrum bir yığındırlar.
Mevcut şartlarda Allah yükünüzü hafifletmiştir; zira sizin güçsüz olduğunuzu iyi biliyor: O halde, sizden dirençli yüz kişi çıkacak olursa, bunlar iki yüz kişiyi alt eder; ama eğer sizden bin kişi çıkarsa, Allah’ın izni sayesinde iki bin kişiyi alt eder: zira Allah (hakta) direnenlerle beraberdir." Enfal/65-66
Bu ayetler bize şunu vazediyor:
Akıllı ol!
Körü körüne hareket etme!
Sünnetullah/doğal yasa şartlarını gözet!
Hissiyattan ibaret altı boş tüm yaklaşımlar çökmeye mecburdur! Yasa böyle…
Böyle uzun bir girişi neden yaptık?
Şunun için;
Müslümanlar körü körüne bir tavır ve yaklaşımdan ziyade, her konuda olduğu gibi Kudüs konusunda da, yukarıdaki ayetler ışığında akl’edip kuvvet dengesini gözetmek kaydıyla, Kur’an çerçevesinde akıl, basiret ve feraset dolu bir duruşu sergilemelerinin zorunlu olduğunu anlatmak için.
Bugüne kadar ‘Kahrolsun İsrail’ demekle ne İsrail kahroldu ne de Kudüs mes’ele’miz çözüldü.
Bu bir nevi kendi yapmamız gereken işleri Allah'a havale etmek gibi bir şeydi aslında! Biraz da nefislerin deşarj olmasıydı ki bu durum, bir vakit sonra kanıksamayı, alışmayı ve akabinde yaşanan tepkisel körlüğü, daha vahimi ise umursamazlığı yaşattı muhataplarına.
Tıpkı İsrailoğullarının Hz. Musa'ya "Sen ve Rabbin gidip savaşın; bizler burada oturanlarız/slogan atanlar/belli bir süre nefsini şarj edenlerdeniz!" yaklaşımında olduğu gibi!
Yıllarca ‘Kahrolsun İsrail’ sloganları atıldı vefakat İsrail’in Hz. Yakub’un bir ismi olduğu hep göz ardı edildi. Büyük çoğunluk ise bu durumdan bihaberdi.
Öyle değil midir zaten!
Her bir Müslüman’ın bizzat dert edinmediği, yaşayış ve tavırların altının boş olduğu, anlık heyecan ve duygusallıktan öte geçmeyen bir yaklaşım ne derece taşıyabilir ki bu kadar ağır ve kadim bir meseleyi?
Çözümsüzlüğün kaçınılmaz olduğu ve hissiyata hizmet eden bunca acı tecrübeleri bir kenara koyarak, vakıanın net bir biçimde anlaşılması için Kudüs meselsini, Hz. Âdem ile başlayıp, Hz. Muhammed ile hitama eren ve hepsinin ortak adı İslam olan dinin/kur’an’ın çerçevesinde tartışmak durumdayız.
Kaldı ki Kudüs, dönemin İslam Peygamberleri ve onların yardımcıları olan müminler tarafından bizlere (Müslümanlara) emanet olarak bırakılmış meskûn mahal değil midir?
Meseleye Kur'an ‘ın penceresinden bakılabilirse eğer, konuya ilişkin ayetler eşliğinde Ehli Kitab'a karşı bütünsel (TEVHİDİ) bir Kudüs yaklaşımı ortaya konulabilir gibi..
Keza Allah Resulünün de yine Kur’an odaklı seyreden Ehli Kitap’la olan ilişkileri oldukça yol gösterici mahiyettedir.
Şu unutulmamalıdır ki, Kur’an’ın Ehli Kitab’a bakışı müspet ve menfilik açısından son derece dengelidir.
"Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, "Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan bize vebal yoktur." demelerinden dolayıdır. Ve onlar, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler." Âl-i İmrân/ 75
"Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk) vardır ki, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar.
Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardandır." Âl-i İmrân/113/114
Bütün bunların yanı sıra, Siyonistler de dâhil olmak üzere, bir tarafında Müslümanlar diğer tarafta Ehli Kitab'ın yer aldığı mevcut muhataplar arasında geçen tüm tartışmaların özünün DİN temeline dayandığı iyi idrak edilmelidir ve bu konuda Kur’an’ı teklifi de oldukça nettir.
Şu ayette çok açık bir biçimde ifadesini bulduğu üzere:
"De ki: "Ey kitap ehli! Sizinle aramızdaki şu ortak ilkeye gelin:
Allah’tan başkasına İBADET etmeyeceğiz, (yaşam biçimimizi O’nun vahyine göre düzenleyeceğiz)
O’ndan başka hiçbir şeye ilahlık yakıştırmayacağız,
Allah’ın yanı sıra başka birilerini rabler olarak kabul etmeyeceğiz!
Ve eğer yüz çevirirlerse o zaman deyiniz ki:
Şahid olun ki biz, kesinlikle Müslümanlarız." Âl-i İmrân/64
Ayette çok açık biçimde belirtildiği üzere Ehli Kitab’a yağılan teklifin adı Allah’a teslimiyet yani İSLAM’dır = YAŞAM BİÇİMİ…
Yeryüzünde İslam’a karşı çıkılmasının ana sebebi, müstekbirlerin hayatını kökten değiştiren işte bu YAŞAM BİÇİMİDİR = HAYATIN İSTİSNASIZ TÜM HATLARIYLA İBADETLEŞMESİ…
Bunun haricinde meselenin asıl vahim noktası, farkında olmadan etnik bir kavme indirilen Din ve Resuller varmış gibi bir tartışmanın ekranlardaki Müslümanlar tarafından yürütülüyor olmasıdır.
Öyle ki, bazı İlahiyatçılar, Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa ait farklı bir din gelmiş gibi, ‘Üç Semavi Din’ söylemini dillendirerek, diğer ikisinin İslam’ın tahrife uğramış hali olduğunu göz ardı etmekteler.
Bunun böyle olduğunu bilmelerine rağmen, yine de Yahudi ve Hıristiyan propagandasının etkisinde kalarak, ‘BİZİM PEYGAMBERİMİZ DAHA ÜSTÜNDÜR’ gibilerinden, hatalı, hissi ve nefsi bir söylemin tesirinde kalarak, cahiliyeye ait bir yaklaşım sergilemektedirler.
Hz. Âdem’den bu yana gelen tüm peygamberler İSLAM ELÇİLERİ değil midir?
" Elçi ve o´nunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından o´na indirilene inanırlar:
Hepsi, Allah´a, meleklerine, vahiylerine ve elçilerine inanırlar;
O´nun elçilerinden hiç biri arasında AYRIM YAPMAZLAR ve: "İşittik ve itaat ettik.
Bize mağfiret et ey Rabbimiz, zira bütün yolculukların varış yeri Sensin!" derler. " Bakara/285
“De ki: “Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a) İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ’ya, İsa’ya ve peygamberlere Rablerinden verilene inandık. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz ona teslim olanlarız.” Âl-i İmrân/84
Yukarıdaki ayet ayan beyan ortadayken, Yahudi ve Hıristiyanların, “Peygamberleri Yarıştırma” suçunu, maalesef bazı Müslümanlar da işlediler ve hâlâ da işliyorlar.
Oysa Peygamberlerin arasında ayrım yapmak da bir nevi şirk değil midir?
Hz. Muhammed'e Kur'an'ı Allah verdi de, diğer Resullere kitapları başka bir İlah mı verdi; HÂŞÂ?!?
Eğer bu Resullerin İlah'ı tek bir İlah ise (ki amenna) hangisini hangisinden ayırabiliriz?
Dolayısıyla Yahudi ve Hıristiyanların Kudüs propagandasına karşılık, Hz. Âdem’le başlayıp tüm elçilerin kapsayan ve adı İslam olan evrensel bir din yaklaşımını ortaya koymak zorundayız; zira İSLAM ve onun kitabı Kur’an, geçmişte vahyedilen ve tahrif olmamış tüm kitapların/mesajların devamı niteliğinde toplayıcısı, açıklayıcısı ve son ikaz metnidir.
Ayrıca ortaya konulacak bu yaklaşım, Kur’an diline uyumlu olarak gelişmeli ve asla ırk temelli hitap olmamalı; bilakis hedefi, maziden atiye uzanan, içerisinde tüm etnik ırkları barındıran kavimler/toplumlar nezdinde tüm insanlık olmalıdır.
- Hz. Âdem’den başlayarak, İslam peygamberleri olan Hz. Nuh, İbrahim, Süleyman, Davut, Musa ve İsa aleyhiselamları, Ehli Kitab’ın elinden alarak Hz. Muhammed derecesinde SAHİPLENİP SAVUNMAK kaydıyla bütüncül/TEVHİDİ bir DURUŞ ve TAVIR üretilmesi elzem gözükmektedir.
Tevhid, bu bütüncül bakışın adı olduğu gibi, istisnasız tüm Resuller de bu TEVHİD mücadelesinin savaşını vermişledir.
- +(TEVHİD: Tek ilah olan Allah'ın ortaya koyduğu tek din olan İslam'ın, Büyükelçileri aracılığıyla insanlara ulaştırdığı, kesintisiz ve birbiriyle bağlantılı bütüncül bir YAŞAM BİÇİMİNİN adıdır.)
Kaldı ki Kur'an bize bu Resullerin hepsinin Müslüman olduğunu vazetmektedir.
“İbrahim ne Yahudi ne de Hıristiyan’dı, fakat tam anlamıyla Hakka yönelmiş bir Müslüman’dı; Allah’a şirk koşanlardan da değildi.
Gerçekte İbrahim’e en yakın olanlar ona uyanlardır; yani, işte bu peygamber ve iman edenlerdir:
Şu da var ki Allah inananların tümüne yakındır.” Âl-i İmrân/67-68
Tüm bunların neticesinde ise meselenin bam teli olan "SEÇİLMİŞ KAVME VAAT EDİLEN TOPRAKLAR!" sakat anlayışının, -maalesef bazı Müslüman zevatın tasavvurunda da yer etmesiyle- bugün gelinen vahim sonuçların bir sebebi olduğunu söyleyebiliriz.
"KAVİM" kavramının hatalı tanımlanması, meseleye Müslümanların bakışını da tersyüz etmektedir. Farkında ya da farkında olmayarak "kavim" kavramı etnik bir temele oturtulmaktadır.
Oysa Kur'an'ın kavim tanımı, kesinlikle etnisiteyi değil, aksine çeşitli etnik grupları içinde barındıran toplumun genelini kapsamaktadır. Yani KAVİM=TOPLUM demektir.
Yine bu konuda da Kur’an’a müracaat etmeli ve ‘KAVİM’ kavramının tarifini Bakara Suresinin sonunda geçen "fensurnâ alel kavmil kâfirîn" ayetini dikkate alarak yapabiliriz. Ayetten de anlaşılacağı gibi kâfirlik, etnik ırka mahsus bir olgu değildir. Aksine toplumun genelini kapsayan kavimlere/toplumlara özgüdür.
Bunun haricinde, Şemseddin ağabeyin çalışmasında genişçe değindiği üzere, Kitab-ı Mukaddesin Yaratılış (bölümünde) geçen bazı ifadeler, dünya nüfusunda bir yekûn teşkil etmeyen Yahudileri yalanlamaktadır.
16/10-Kesinlikle Senin soyunu öyle çoğaltacağım ki, kimse onları sayamayacak.
13/14 -Lut İbrahim -Avram'dan ayrıldıktan sonra, RAB İbrahim-Avram'a, “Bulunduğun yerden kuzeye, güneye, doğuya, batıya dikkatle bak” dedi,
13/15*“Gördüğün bütün toprakları sonsuza dek sana ve nesline [İsmail*İshak] vereceğim.
13/16-Soyunu toprağın tozu kadar çoğaltacağım..
Öyle ki, biri çıkıp da toprağın tozunu sayabilirse, senin soyunu da sayabilecek.
Meseleye etnik açıdan yaklaşan Yahudiler, Kitab-ı Mukaddeste geçen bu ifadelerle bile kendi tezlerini çürütmüş oluyorlar. Zira Yahudiler hiçbir zaman öyle bir çoğunluğa ulaşamamışlar.
Kavim kavramının, babadan veya anadan geçen ırki bir tabir olmadığını ve yeryüzünün gerçek varislerinin, eğip bükmeden tam bir teslimiyetle İSLAM olan Müslümanlar olduğu hakikati şu ayetlerle ifade edilmektedir.
"Bu arada Nuh Rabbine yakarıp "Rabbim!" dedi,
"O benim kendi oğlumdu, ailemden biriydi; demek ki,
Senin vaadin (herkes için) geçerli ve Sen hüküm verenlerin en adili, en söz geçirenisin!
(Allah:) "Ey Nuh!" dedi, "O senin ailenden sayılmazdı; çünkü iyi ve doğru olmayan bir şey yaptı o. Ayrıca hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şey isteme Benden:
böylece, sana cahillerden olmamanı öğütlüyorum". Hud/45-46
"Rabbi ona “Teslim ol” dediğinde “Âlemlerin Rabbine teslim oldum” demişti.
İbrahim bunu kendi oğullarına da vasiyet etti, Yakub da öyle:
“Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. Siz de ancak müslümanlar olarak ölün” dedi.
Yoksa siz Yakub’un, ölüm döşeğinde iken çocuklarına,
“Benden sonra kime ibadet edeceksiniz?” dediği, onların da,
“Senin ilahına ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahı olan tek bir ilâha ibadet edeceğiz;
bizler ona boyun eğmiş Müslümanlarız.” dedikleri zaman orada hazır mı bulunuyordunuz?
(Yahudiler) “Yahudi olun” ve (Hıristiyanlar da) “Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” dediler.
De ki: “Hayır, hakka yönelen İbrahim’in dinine uyarız. O, Allah’a ortak koşanlardan değildi.”
Deyin ki: “Biz Allah’a, bize indirilene (Kur’an’a), İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen (Tevrat ve İncil) ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.”
Yoksa siz, “İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakub ile Yakuboğulları da Yahudi, ya da Hıristiyan idiler” mi diyorsunuz? De ki: “Sizler mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?”
Allah tarafından kendisine ulaşan bir gerçeği gizleyen kimseden daha zalim kimdir?
Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir." Bakara Sûresi 131/140
Daha etkileyici ve net olan bir ayet daha var ki, Hz. İbrahim’in soyundan/zürriyetinden gelenlerden kimlerin Allah’ın ahdine tabi olduğu konusunu ortaya koyuyor.
"Hani Rabb´i, İbrahim´i bazı kelimelerle imtihana çekmiş, o da onların hakkını vermişti de
Rab şöyle demişti: "Seni insanlara önder yapacağım."
İbrahim, "SOYUMDAN birilerini de" deyince
Allah: "BENİM AHDİME ZALİMLER EREMEZLER..." buyurdu." Bakara/124
Yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı üzere, HAK EDİŞ ve VAAT, kan bağı olan ırklara değil, İslam’da sabitkadem duranlara olduğu aşikârdır.
Buradan yola çıkarak, Kitap Ehli'ne karşı;
Vaat edilen toprakların veyahut kurtuluşun, etnik bir kavme yönelik olmadığı, aksine Hz. Âdem’den bugüne değin, yeryüzünü ISLAH çerçevesinde imar eden ve bu minvalde Müslümanlığını muhafaza eden SALİHLERE yönelik olduğu DEKLARE edilmelidir.
Peygamberlerin veya onların takipçilerinin zürriyetlerinden gelen salih Mü'minler, vaat edilen toprakların yani yeryüzünün HAKİKÂTLE sabit hakiki VARİSLERİDİR...
Tıpkı şu ayette anlamını bulduğu gibi;
“Ve gerçek şu ki, (insanı) uyarıp öğüt verdikten sonra hikmetlerle dolu bütün ilahi kitaplarda yeryüzüne salih (YERYÜZÜNÜ ISLAH İÇİN UĞRAŞAN) ‘abid’lerin varis olacağını kaydettik;" Enbiya/105
Not: Kudüs meselesi daha ayrıntılı ve sistematik bir şekilde Şemseddin Özdemir ağabeyimizin özel çalışması olarak ilgililerin dikkatine sunulacaktır.